a
Ana SayfaOn Dokuzuncu Lem'a5. İkinci Nükte: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde…

5. İkinci Nükte: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde…

İktisat Risalesi’nin mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

İKİNCİ NÜKTE

“Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, âsab ve damarları -telefon ve telgraf telleri gibi- kuvve-i zaikayla merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır!” der, dışarı atar. Bazen de bedene menfaati olmamakla beraber zararlı ve acı ise hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.”

(Fâtır-ı Hakîm: Hikmet sahibi yaratıcı / Kuvve-i zaika: Dildeki tat alma duyusu / Âsab: Sinirler / Medar-ı muhabere: Haberleşme sebebi)

Metni biraz tefekkür edelim:

İnsanın vücudu mükemmel bir saray ve muntazam bir şehir gibidir. (Saray ve şehir benzetmeleri birbirine yakın manayı ifade ettiğinden, biz sözü kısa tutmak adına “saray” teşbihini kullanacağız.)

İnsana mükemmel bir saray gözüyle baktığımızda, bu sarayın binler odası ve menzili vardır. Her bir azası bu sarayın bir odası hükmündedir.

Kuvve-i zaika (tat olma duyusu) bu sarayın kapıcısıdır. Vazifesi: Saraya faydası olanların girişine müsaade etmek, zararı olanların girişine engel olmaktır.

Bu sarayın efendisi midedir. (Tabii biz meseleye maddi cihetle bakıyoruz. Manevi cihetle bakarsak, efendi “mide” değil “kalp” olur.)

Sinirler ve damarlar ise bu sarayın telefonu ve telgraf telleridir. Saraydaki ahali bu telefon ve telgraf telleriyle haberleşir.

Bu telefon sayesinde, kapıcı hükmündeki dil ile efendi hükmündeki mide arasında bir muhabere olur. Dil bir şeyin tadına bakar ve mideye haber gönderir:

— Bu şey sarayımıza girsin mi?

Eğer saraya faydası yoksa mide şöyle cevap verir:

— Yasaktır, girmesin!

Dil bu cevabı alınca yediğini dışarı atar, saraya girmesine müsaade etmez.

Eğer hem faydası yok hem de zararlıysa dil bu sefer sadece dışarı atmakla kalmaz; bir de arkasından tükürür.

Bu temsilde şu iki nokta önemli:

1. Dil sadece bir kapıcıdır.

2. Sarayın efendisi ve hâkimi midedir.

Metne devam edelim:

İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dâhiline sokmasın.”

(Kuvve-i zaika: Dildeki tat alma duyusu)

Sarayın sultanına bir hazine hediye edilecek olsa, kapıcıya bahşiş nevinden ancak bir-iki altın verilir. Böyle yapılmayıp kapıcıya hazine sandığı verilse, sultana bir-iki altın hediye edilse, bu tam bir akılsızlık ve hilaf-ı hikmettir.

Madem insan sarayında kuvve-i zaika kapıcı, mide ise sultandır; öyleyse yemeklerde dikkat edilecek husus, yenilen şeyin mideye ve cisme faydalı olmasıdır; asla lezzet değildir. Nimetteki lezzet, kapıcının bahşişi hükmündedir. Bu bahşişi de -az ya da çok- Allahu Teâlâ her nimete koymuştur.

Lezzeti çok olup vücuda faydası olmayan hatta zararı olan şeyleri yemek, kapıcıya bahşiş yerine hazine vermeye benzer. Hâlbuki hazine kapıcının değil efendinin hakkıdır…

Kardeşlerim, Allahu Teâlâ’ya, Risale-i Nurları okuma devletini bizlere ihsan ettiği için ne kadar şükretsek azdır. Ancak asıl mesele okumak değil amel etmektir; Risale-i Nurları hayatımıza hayat yapmaktır. Yine asıl mesele, eşyaya ve hadisata Üstad Hazretlerinin gözüyle bakmaktır.

Mesela biz şimdi şu hakikati öğrendik: Kuvve-i zaika kapıcı, mide ise efendiymiş. Kapıcının hakkı bahşişten öte bir şey değilmiş…

Şimdi mesele şu: Bu hakikatle amel edecek miyiz yoksa okuyup geçecek miyiz?

Bu hakikatle amel etmek: Artık nimetin lezzetine çok ehemmiyet vermeyip bahşişle yetinmek ve lezzet için israf etmeyip nimetteki lezzetle iktifa etmektir.

Üstadımız dedi ki: Ta ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dâhiline sokmasın.

Eğer kapıcıya kapıcı gibi muamele etmeyip ona efendi gibi davranırsak, kapıcı kendini efendi zannetmeye başlar. Böyle zannedince de vazifesini unutur, kapıcılığı bırakır; lezzeti olan her şeyin vücuda girmesine müsaade eder. Ne helale bakar ne harama, ne faydaya dikkat eder ne zarara… Az bir keyif için sarayı yakar da umurunda bile olmaz.

Obezite hastalığının sebebi, kapıcının efendi yapılmasıdır. Kuvve-i zaika efendi olduğunda artık onu bahşişle mutlu edemezsiniz. Onun tek mutluluğu aşırı lezzet olur. Tatlılar, pastalar, gazozlar ve içinde lezzet olan her şey onun maşuku olur.

Eee, sarayda ihtilali yaptı; kapıcı iken efendi oldu… Artık söz midenin ve diğer azaların değil, onun hakkıdır.

Metne devam edelim:

“İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a’lâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.”

(Mugaddi: Besleyici)

Bu mesele çok önemlidir. Üzerinde çok düşünmeli; hakikati ruha, akla ve kalbe işletmeliyiz. Hatta nefse dahi kabul ettirmeliyiz. Bu sebeple meseleyi biraz tefekkür edelim:

Bir nimetin lezzeti, ağzımıza girmeden önce ve yuttuktan sonra müsavidir. Nimetin bütün lezzeti onu çiğnediğimiz an ile kayıtlıdır. O an da sadece birkaç dakikadır. O andan önce ve sonra, nimet ne kadar leziz olursa olsun bize bir faydası yoktur.

Mesela masamızda bir petek bal tasavvur edelim. En halisinden ve kalitelisinden bir petek bal…

— Masamızdaki balın lezzetini hissedebilir miyiz?

Hayır, hissedemeyiz. Hissedebilmek için bir parçasını ağzımıza atmamız gerekir.

— Peki, ağzımıza attık biraz çiğnedik; sonra yuttuk. Sonra da üstüne bir bardak su içtik. Yuttuktan sonra lezzetini hissedebilir miyiz?

Eğer üstüne hemen su içmişsek lezzet tamamen kaybolmuştur. Yok, su içmemişsek belki lezzeti boğazımızda bir-iki dakika daha kalır, sonra kaybolup gider.

Demek, en safi bir balın lezzeti dahi sadece onu çiğnediğimiz birkaç dakikayla kayıtlı oluyor.

O hâlde sorulması gereken soru şu:

— Birkaç dakikalık lezzet için israfa girmeye ve kapıcıyı efendi yapmaya gerek var mıdır?

Madem bütün mesele birkaç dakikalık lezzet; o hâlde lezzet peşinde koşmaya ve kapıcıyı efendi yapmaya hiç gerek yok!..

Üstadımız şöyle devam ediyor:

“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır ‘Hâkim benim.’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak, ‘Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.’ dedirmeye mecbur edecek.”

Üstadımız tam da bugünün insanını anlatmış. Önce lezzet için yer, sonra hazmetmek için ilaç içer. Yemesi öyle boyutlara ulaşır ki çok yemekten tevellüt eden hastalıklara yakalanır; sonra da doktor doktor gezer.

Eee, sarayın efendisini gözetmeli ve mideye -dolayısıyla vücuda- faydası olan şeyleri yemeliydi. O nimetlerdeki lezzetle iktifa etmeliydi. Ama böyle yapmadı, lezzetin peşine düştü. Kapıcıyı efendi yapıp hakiki efendiyi kendine küstürdü.

Cezası: Hastalıklar, sıkıntılar, doktor doktor gezmeler hatta tehlikeli ameliyatlar. Bazen de canı kaybetmeler!..

Üstadımız şöyle diyor:

“İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş verir. İsraf ise o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen suni bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

(Tevfik-i hareket: Uygun hareket / Tenevvü-ü et’ime: Yemeklerin çeşitlenmesi)

İştiha-yı kâzibe “yalancı iştah” demektir. Gerçekte aç olmadığımız hâlde ortalıkta yiyecek gördüğümüzde ya da hayalimizde canlandırdığımızda yemek yeme arzusunun oluşmasıdır.

Daha basit bir ifadeyle: Hakiki anlamda aç olmadığımız hâlde sırf canımız çekti diye yiyip içme arzusudur. Yine yeteri kadar doyduğumuz hâlde yemeye devam etme arzusu iştiha-yı kâzibedir.

Tıka basa doyduğumuz bir sırada, “Karnım doydu ama canım şu tatlıdan biraz daha yemek istiyor.” diyorsak, iştiha-yı kâzibenin esiriyizdir.

İştiha-yı hakiki ise şudur: Uzun bir süre yemek yemediğimizde kurt gibi aç oluruz ya, midemizde bir açlık hissi oluşur, karnımızdan gurultular gelir. İşte böylesi bir andaki iştah “iştiha-yı hakiki”dir. Genelde biz bu iştihayı ramazanda iftar anında hissediyoruz.

Üstadımız özetle diyor ki: İktisat ve kanaat eden, Allah’ın hikmetine uygun hareket eder. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup ona sadece bahşiş verir. İsraf eden ise Allah’ın hikmetine muvafık hareket etmez; bahşiş vermesi gereken kapıcıya hazine verir. Hikmet-i İlahiyeye muhalefeti sebebiyle de çabuk tokat yer. Yediği tokat hem midenin karışması hem hastalıklara yakalanması hem de hakiki iştahı kaybetmesidir. Yiyeceklerin çokluğundan dolayı suni bir iştiha-yı kazibe ile yer; iştiha-yı hakikinin lezzetinden mahrum olur. Hâlbuki iştiha-yı hakiki sebebiyle yenilen bir lokma ekmeğin lezzeti, iştiha-yı kâzibe sebebiyle yenilen bir sofra nimetin lezzetinden üstündür.

Bu nüktede öğrendiğimiz hakikat üzerine çok çalışmalı; bir şey yiyeceğimiz zaman iştiha-yı kâzibenin sevkiyle mi yoksa iştiha-yı hakikinin sevkiyle mi yediğimizi düşünmeliyiz. Eğer müsebbib iştiha-yı kâzibe ise elimizi o nimetten çekmeliyiz.

Yine kuvve-i zaikanın sadece bir kapıcı olup, efendinin mide olduğu hakikati üzerine çok tefekkür etmeliyiz. Kapıcıyı efendi yapıyor muyuz diye nefsimizi sigaya çekmeliyiz.

Elbette bunları bir anda başarmak mümkün değil. Üzerine çok çalışmalı ve nasibimiz kadarını hayatımıza geçirmeliyiz.

Şimdi, mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha teenni ile okuyalım:

İKİNCİ NÜKTE

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, âsab ve damarları -telefon ve telgraf telleri gibi- kuvve-i zaikayla merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır!” der, dışarı atar. Bazen de bedene menfaati olmamakla beraber zararlı ve acı ise hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dâhiline sokmasın.

İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a’lâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır “Hâkim benim.” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak, “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek.

İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş verir. İsraf ise o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen suni bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin