a
Ana SayfaOn Dokuzuncu Lem'a10. İktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir…

10. İktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir…

İktisat Risalesi’nin mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

“Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir.”

Bu sözün hakikatini ya nefsimizde görmüşüzdür ya da ehl-i israf bir tanıdığımızda. Ben çok gördüm… Bakıyorum altında son model arabası var, yazlığı var kışlığı var; fabrikası var, yanında çalışan onlarca işçi var… Sonra bir bakıyorum ne ev kalmış ne fabrika…

Onu bu sefalete düşüren şey iktisatsızlığı ve israfıdır. Belki şöyle düşünüyordu: Benim çok kazancım var; bu kadar israf bana dokunmaz.

Böyle düşündüğü için bu hâle düştü. Hâlbuki şöyle düşünmeliydi: İsraf nimete karşı bir hürmetsizlik ve şükürsüzlüktür. Şükürsüzlüğün cezası, nimetin elden alınması ve nimetten mahrumiyettir. Evet, belki ben şu an çok kazanıyorum ve kazandığımın sadece onda birini israf ediyorum. Ama bu israf gayretullaha dokunur ve beni müsrifler defterine kaydettirir. O deftere bir kayıt oldum mu artık iflah olmam. Önce rızkımın bereketi kesilir, sonra da bu bolluk nimeti elimden alınır. Ben iktisat ile nimeti bağlamalıyım; ta elimden alınmasın…

Böyle düşünmeli ve böyle amel etmeliydi. Etmediği için -Üstadımızın beyan buyurduğu gibi- zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düştü.

Zillete düşmek: Zelil ve rezil olmak, itibarını kaybetmek, aşağılanmak, alacaklısından azar işitmek ve herkese boyun bükmek gibi hâllerdir.

Dilenciliğe düşmek: İhtiyacının karşılanması için kapı kapı gezmek, herkese el açmak ve herkesten istemektir.

Manen dilencilik: İnsanın iç âlemindeki bir duygudur. Allah’ı unuttuğundan dolayı nokta-i istinadı ve istimdadı sebepler olur. Esbaba perestiş eder ve manen dilenci olur. Üstad Hazretleri bu dilenciliği Birinci Söz’de şöyle izah ediyor:

Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin; ta şakilerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazi, bir reisin ismini aldı. Mağrur almadı. Alanı her yerde selametle gezdi. Bir kâtıu’t-tarîka rast gelse der: ‘Ben filan reisin ismiyle gezerim.’ Şaki def olur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem rezil oldu. İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” (Birinci Söz)

(Şaki: Yol kesen / Hâcat: İhtiyaçlar / Mağrur: Gururlu / Kâtıu’t-tarîk: Yol kesen / Seyyah: Yolcu / Acz: Âcizlik / Fakr: Fakirlik / Hâcat: İhtiyaçlar / Mâlik-i Ebedî: Ebedî malik (olan Allah) / Hâkim-i Ezelî: Ezelî hâkim (olan Allah))

Bu metni mütalaa etmek isteyenler, sitemizden “Birinci Söz Şerhi”ni indirebilirler.

Sefalete düşmek ise: Yoksulluk çekmek ve en zaruri ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktır.

İsraf eden; zillete, manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Ve genelde akıbeti bu olur.

Metne devam edelim:

“Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alınır.”

(İsrafat: İsraflar / Medar: Sebep / Menhus: Uğursuz)

İsraf eden kimse hayatına devam edebilmek için çok kazanmak zorunda oluyor. Zira harcaması çok; az kazanç ona yetmiyor.

Çok kazanmak için de bazen haysiyet ve namusunu rüşvet veriyor. Hatta bu rüşvet öyle bir dereceye ulaşıyor ki yüzüne tükürülse yağmur kabul ediyor.

Hadi haysiyet ve namus rüşvet verildi; hiç değilse bununla kalınsa. Ancak bu da yetmiyor; daha kıymetlisi feda ediliyor: Mukaddesat-ı diniye…

Bu kişiler israf belasıyla haramlara giriyor, feraizi terk ediyor, helale ve harama dikkat etmiyor. Bazen bankalardan faizli kredi alıyor, sattığı malı faizli bir muameleyle satıyor, yaptığı akitlerde İslami kurallara uymuyor. İş öyle bir hâle geliyor ki elde ne din kalıyor ne diyanet…

Neticede manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alıyor.

— Peki, aldığı bu mal zararını telafi edebilir mi?

Asla edemez! Haysiyeti gitti, namusu gitti, izzeti gitti; en kötüsü dini gitti… Bu zararı -velev ki dünya saltanatı ona verilse yine de- telafi edemez!

“Eğer iktisat edip hâcat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse  اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ  sırrıyla  وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا  sarahatiyle, ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu ayet taahhüd ediyor.”

(Hâcat-ı zaruriye: Zaruri ihtiyaçlar / İktisar: Kısaltma / İhtisar: Kısaltma, basitleştirme / Hasretmek: Tahsis etmek / Sarahat: Şüpheye ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde açık anlatım / Taahhüd: Söz verme)

Üstad Hazretleri Kur’an’da öyle fâni olmuş ki her meseleyi Kur’an’ın üslubuyla anlatıyor. Mesela burada dedi: “Ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak.”

Bu ifade şu ayetten iktibastır:

وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ

“Kim Allah’tan korkarsa Allah ona bir çıkış yaratır. Onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talak 2-3)

Üstadımızın ifadesi neredeyse ayet-i kerimeyle birebir aynı. Ben Risale-i Nurları okurken Risalelerin Kur’an’dan süzüldüğüne hakka’l-yakîn şahit oluyorum. Çoğu cümlesini bir ayetin meali veya tefsiri şeklinde görüyorum.

Şimdi, metnin diğer kısmını mütalaa edelim:

Ayet-i kerime diyor ki:

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ  

“Şüphesiz rızkı veren, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat 58)

Kur’an’ın bu beyanıyla, Allahu Teâlâ Rezzak-ı Kerim’dir; her nimet O’nun hazinesinden çıkar.

Yine Kur’an diyor ki:

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا  

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın uhdesinde olmasın.” (Hûd 6)

Kur’an’ın bu beyanıyla, bütün mahlukatın rızkı Allah’ın uhdesindedir. Hiçbir varlık açlıktan ölmez; Allah onun rızkını vakt-i münasipte yetiştirir.

— Kur’an’ın bu haberlerinden sonra kim rızkından şüphe eder ve aç kalacağım diye endişe eder?

İmanı olan etmez…

Ben bu hakikati nefsimde şöyle çok tefekkür ediyorum:

On sekiz ay askerlik yaptım. Bir defa bile “Bugün ne yerim, ne içerim?” diye düşünmedim. Hiç aklıma, “Ya yarın aç kalırsam?.. Bugün cepleri fazla doldurayım.” gibi bir düşünce gelmedi. Nefsim dahi kabul etmişti ki beni beslemek devletin işidir. Vazifem askerliktir. Askerliği yaparım, gerisine karışmam.

Şimdi nefsime diyorum ki: Ey nefsim! Sana bin yazıklar olsun. Çünkü sen devlete yaptığın tevekkülü Allah’a yapmıyorsun; devlete duyduğun güveni Allah’a duymuyorsun. Askerde bir defa bile rızkından endişe etmemişken, şimdi her gün rızkından endişe ediyorsun. Yahu bana söyle: “Bir gün aç mı kalmışsın, bir gece aç mı yatmışsın?” Allahu Teâlâ seni her gün -nazenin bir bebek gibi- besliyor. Hâl bu minvalde iken, sen nasıl olur da Allah hakkında sû-i zanda bulunur ve rızkından endişe edersin? Sana binler veyl olsun!..

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin