9. Üçüncü Lem’a – 2. Ders: İsimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz
Üçüncü Lem’anın mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
فكما nitekim أنه şu ki (nasıl ki) لو لم تُسنِد eğer isnad etmezsen تماثيلَ الشمسِ güneşin timsallerini الْمُتَلَأْلِئَةِ parlayan في القطرات katrelerde الى تجليِّ الشمسِ güneşin tecellisine…
Nitekim şu ki (nasıl ki): Eğer güneşin katrelerde parlayan timsallerini güneşin tecellisine isnad etmezsen…
يَلزَم عليك sana gerekir أنْ تقْبل kabul etmen شُمَيْسَةً حقيقيَّة hakiki bir güneşçiği…
Hakiki bir güneşçiği kabul etmen gerekir…
وبِالْأَصَالة ve (bu hakiki güneşçiğin) bizzat في كل قطرة her bir damlada قابلتْها الشمسُ güneşin mukabili olduğu وفي كل زجاجة her bir camda اضاءتها الشمسُ güneşin aydınlattığı بل hatta في كل ذرة شفّافة her bir şeffaf zerrede تشمّست güneşlenen.
Ve (bu hakiki güneşçiğin) bizzat, güneşin mukabili olduğu her bir damlada, güneşin aydınlattığı her bir camda hatta güneşlenen her bir şeffaf zerrede (bulunduğunu kabul etmen gerekir).
Toplu mana: Eğer güneşin katrelerde parlayan timsallerini güneşin tecellisine isnad etmezsen, güneşin mukabili olduğu her bir damlada, güneşin aydınlattığı her bir camda hatta güneşlenen her bir şeffaf zerrede hakiki bir güneşçiğin bizzat bulunduğunu kabul etmen gerekir.
İzah: Bu misali çok iyi anlamalıyız. Zira sonrasında gelecek hakikat bu misal üzerine oturacak.
Güneş denizlerdeki her bir damlayı ve her bir şeffaf eşyayı ışığıyla aydınlatıyor, sıcaklığıyla ısıtıyor. Bu cihetle, her bir şeffaf eşyada güneşin bir yansıması bulunuyor.
Şimdi birisi, “Güneş yoktur.” dese ve güneşi inkâr etse, ona denilir ki:
— Peki, bu şeffaf eşyada gözüken yansımalar nereden geliyor? Ortada bir yansıma var, ışık var, sıcaklık var. Bunun bir sahibi olmalı. Ya bir yerden gelmeli veya şeffaf eşyanın bizzat kendisine ait olmalı.
Eğer güneş inkâr edilirse, her bir şeffaf şeyin içinde hakiki bir güneşçiğin var olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Çünkü ortada gözün gördüğü yansıma var. Bu yansıma ya güneşindir ya da şeffaf eşyanın kendisinindir. Eğer kendisininse o zaman içinde bir güneşçik vardır hatta kendisi bir güneştir. Zira böyle yedi renge ve ısıya sahip olabilmek için güneş gibi bir cisim olmak gerekir.
Bir daha vurgulayalım. Yol ikidir:
– Ya gökteki güneş kabul edilip bütün şeffaf eşyadaki yansımaların ona ait olduğu ve ondan geldiği kabul edilecek.
– Ya da “Her bir şeffaf eşyanın içinde hakiki bir güneşçik vardır.” denilecek.
Ancak bu iki şekilden biriyle yansımaların varlığı izah edilebilir. İkinci ihtimal için de Üstadımız şöyle diyor:
وما هذا الفرْضُ bu varsayım değildir إلا بلاهةٌ ancak bir ahmaklıktır من أعْجبِ البلاهات ahmaklığın en acibinden.
Bu varsayım ancak ahmaklığın en acibinden bir ahmaklıktır.
Bundan daha büyük ahmaklık ise şudur:
كذلك aynen bunun gibi إنك şüphesiz sen لو لم تُسند eğer isnad etmezsen كلَّ حيٍّ وحياةٍ وإحياءٍ her bir canlıyı, hayatı ve hayat vermeyi بِواسطةِ تجليِّ الأحديّة الجامعة cami olan ehadiyetin tecellisi vasıtasına…
Aynen bunun gibi, şüphesiz sen, eğer her bir canlıyı, hayatı ve hayat vermeyi, cami olan ehadiyetin tecellisi vasıtasına isnad etmezsen… (Yani bunların, ehadiyet-i camianın tecellisi sebebiyle olduğunu kabul etmezsen)
وبواسطة كوْنِ الحياة ve hayatın olması vasıtasına (isnad etmezsen) نُقطةً مركزية nokta-i merkeziye لتجليِّ الاسماء esmanın tecellisine التي هي أشِعّةُ شمسِ الازل والابد ki o esma Şems-i Ezel ve Ebed’in şualarıdır…
Ve hayatın, esmanın tecellisine -ki o esma Şems-i Ezel ve Ebed’in şualarıdır- nokta-i merkeziye olması vasıtasına (isnad etmezsen)… (Yani her canlının, hayatın ve hayat vermenin; hayatın esmanın tecellisine bir nokta-i merkeziye olması sebebiyle olduğunu kabul etmezsen… Başka bir ifadeyle: Her canlıyı, hayatı ve hayat vermeyi; hayatın esmanın tecellisine nokta-i merkeziye olmasına isnad etmezsen)
لَزِم عليك أن تقْبل kabul etmen gerekir في كل ذي حياة her bir zihayatta ولو ذبابةٍ او زَهرةٍ velev ki sinekte ve çiçekte قدرةً فاطرة بلا نهاية nihayetsiz bir yaratma kuvvetini وعلما محيطا muhit bir ilmi وارادة مطلقة ve kayıtsız bir iradeyi وكذا ve keza صفاتٍ bir kısım sıfatları (da kabul etmen gerekir ki) لا يمكن وجودُها onların varlığı mümkün değildir إلا في الواجب الوجود Vacibu’l Vücud’dan başkasında.
Her bir zihayatta -velev ki sinekte ve çiçekte- nihayetsiz bir yaratma kuvvetini, muhit bir ilmi ve kayıtsız bir iradeyi kabul etmen gerekir. Ve keza, bir kısım sıfatları (da kabul etmen gerekir ki) onların varlığı, Vacibu’l Vücud’dan başkasında mümkün değildir. (Yani o sıfatların varlığı ancak Vacibu’l Vücud olan Allah’ta mümkündür; Allah’tan başka kimse o sıfatlara sahip olamaz.)
İzah: Üç cümlenin mütalaasını teker teker yapalım:
Eğer sen her bir canlıyı, hayatı ve hayat vermeyi, cami olan ehadiyetin tecellisi vasıtasına isnad etmezsen… (Yani bunların, ehadiyet-i camianın tecellisi sebebiyle olduğunu kabul etmezsen)
Ehadiyet kavramını önceki derste izah etmiştik. Hakikatleri tekrar etmek bilgilerin meleke hâline gelmesini sağlar. Bu sebeple, önceki derste işlediğimiz meseleyi bu makamda tekrar edelim:
Şems-i Ezelî ve Ebedî olan Allahu Teâlâ bütün âlemde isim ve sıfatlarıyla tecelli etmektedir. Bütün eşyanın hep birden Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olması Allah’ın vahidiyetinin tecellisidir. Tek bir eşyanın âlemde tecelli eden isim ve sıfatlara ayna olması ise ehadiyetinin tecellisidir.
Konumuza bakan kısımla izah etsek:
Allah’ın yeryüzünün tamamına hayat vermesi vahidiyet tecellisidir. Tek bir sineğin bu hayatı kendinde göstermesi ise ehadiyet tecellisidir.
Üstadımız, “cami olan ehadiyetin” dedi. Ehadiyetin cami olması, ehadiyetin tecellisiyle, bir varlıkta bütün esmanın gözükmesidir. Yani sanki ehadiyet tecellisi bütün esmayı içine almıştır ve esmaya camidir.
Netice: Her bir canlıda, hayatın kendisinde ve hayat verme fiilinde, ehadiyet-i camianın bir tecellisi vardır. Eğer hayatı ehadiyetin bu tecellisine isnad etmezsek, yani “Hayat ve hayat sahibi mahluklar, cami olan ehadiyetin tecellisiyle vücud bulmuştur.” demezsek…
Ve hayatın, esmanın tecellisine -ki o esma Şems-i Ezel ve Ebed’in şualarıdır- nokta-i merkeziye olması vasıtasına (isnad etmezsen) (Yani her canlıyı, hayatı ve hayat vermeyi; hayatın, esmanın tecellisine nokta-i merkeziye olmasına isnad etmezsen)…
İlahî isimlerin merkez noktası hayattır. Hayatın merkez nokta olması şudur: Bir varlık hayata mazhar olduğunda peşinden birçok isme de mazhar olur.
– Mesela bir varlığa hayat verilecekse evvela ona bir vücud verilir. Bununla da Allah’ın Hâlık, Mucid, Mübdi gibi isimlerine ayna olur.
– Vücut sahibi olduğunda ona bir suret verilir. Bununla Musavvir ismine ayna olur.
– Ona vazifesi öğretilir. Rab ve Mülakkin isimlerine ayna olur.
– Hayat sahibidir o hâlde beslenecek. Beslenmesiyle Rezzak, Rahman ve Mukit gibi isimlerine ayna olur.
– Hayatının devamıyla Selam ismine, korktuğu şeylerden emin kılınmasıyla Mümin ismine, kendisine takılan aza ve cihazlarla Vehhab ismine ayna olur.
– Faydanın kendisine ulaşmasıyla Nâfi ismine, kendisine yardım edilmesiyle Muavvin ismine, işlerinin kolaylaştırılmasıyla Müyessir ve Mühevvin isimlerine ayna olur.
Daha bunlar gibi onlarca isme, kendisine hayat verilmesiyle mazhar olur. İşte hayat öyle bir şeydir ki varlığı ve varlığının devamı için onlarca ismin tecellisi gerekir. İşte bu cihetten hayat nokta-i merkeziyedir. Hayat sahiplerinde tecelli eden isimlerin birçoğu hayatı olmayanlarda tecelli etmez.
Eğer her bir canlıyı, hayatın kendisini ve hayat vermeyi; ehadiyet-i camianın tecellisine ve hayatın, esmanın tecellisine nokta-i merkeziye olmasına isnad etmezsek şunu kabul etmek zorunda kalırız:
Her bir zihayatta -velev ki sinekte ve çiçekte- nihayetsiz bir yaratma kuvvetini, muhit bir ilmi, kayıtsız bir iradeyi kabul etmen gerekir. Ve keza, bir kısım sıfatları (da kabul etmen gerekir ki) onların varlığı, Vacibu’l Vücud’dan başkasında mümkün değildir.
Nasıl ki güneş inkâr edildiğinde, her bir şeffaf eşyanın içinde hakiki bir güneşçiğin varlığı kabul edilmek zorunda kalınıyordu. Aynen bunun gibi, eğer Allah inkâr edilirse, sinekten çiçeğe kadar her bir varlığın, her bir hayat sahibinin, Allah’ın kudreti gibi nihayetsiz bir kudrete; ilmi gibi her şeyi kuşatan bir ilme; iradesi gibi sınırsız bir iradeye sahip olduğu ve diğer uluhiyet sıfatlarına haiz olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Hâlbuki bu sıfatlar Vacibu’l-Vücud olan Allah’tan başka hiçbir şeyde bulunmaz. Vacibu’l-Vücud kavramının izahını sonraya bırakıp önce bu hakikati anlamaya çalışalım.
Bu hakikati anlayabilmek için ilk önce şu kaideyi bilmeliyiz: İsimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Yani bir isim varsa, o ismi taşıyan bir fert olmak zorundadır. Bir sıfat varsa, o sıfatın sahibi olmalıdır. İsimler ve sıfatlar sahipsiz olamaz.
Her bir varlık üzerinde bilhassa hayat sahiplerinde Allah’ın isim ve sıfatları gözükmektedir. Allah inkâr edilse de bu isim ve sıfatlar inkâr edilemez, çünkü bunları göz görmektedir. Allah’ın inkâr edilmesi durumunda bu isim ve sıfatların varlıklara verilmesi gerekir. Çünkü isimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Ortada bir isim ve sıfat var. Bunun sahibi Allah değilse kimdir? Ya varlığın kendisidir ya tabiattır ya da sebeplerdir. İlla bir sahibi olmalı. Meseleyi somutlaştırdığımızda daha iyi anlaşılacaktır:
Bir kâğıda A harfi yazıldığını farz edelim. Bu A harfi birçok isim ve sıfatı kendisinde göstermekte, kâtibinin bu isim ve sıfatlara sahip olduğunu ispat etmektedir.
– Mesela bu A harfi yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Varlığının yokluğuna tercihi ancak irade sahibi bir kâtibin tercihiyle olabilir. İradesi olmayan, A harfinin varlığını yokluğuna tercih edemez. İşte bu durum, kâtibinin irade sahibi olduğunu göstermektedir.
– İrade sahibi olabilmek için ilk önce hayat sahibi olmak gerekir. Hayatı olmayanın iradesi olmaz. İşte A harfi varlığıyla kâtibinin hayat sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine bu A harfi manalı bir harftir, alelade bir çizgi değildir. Demek, onu yazan harfleri tanıyor, biliyor. Bu da ispat eder ki A harfinin kâtibinin bir ilmi vardır.
– Sadece ilim sahibi olmak da yetmez. Kudret sahibi de olmalıdır. Eğer kâtibinin hayatı olsa, iradesi olsa, ilmi olup A harfini yazmayı da bilse ama kâtibi felçli olsa, elini oynatamasa yani kudreti olmasa A harfini yazamazdı. İşte A harfi varlığıyla kâtibinin kudret sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine A harfi o kadar düzgün yazılmış ki bunu yazanın görmesi gerekir. Eğer kör olsaydı bu kadar düzgün yazamaz; A harfinin bir yeri uzun, diğer yeri kısa olurdu. Ama olmamış, tam bir intizam var. Demek, A harfinin kâtibi görme sahibidir.
– A harfi manalı bir harftir, gelişigüzel çizilmiş bir şey değildir. Demek, A harfinin kâtibi hikmet sahibidir. Bu harfi bir gayeye matuf yazmış. Bir gayeyi takip etmek ancak hikmet sahibi olmakla mümkündür.
İşte bunlar gibi daha birçok sıfatla A harfi kâtibini gösterir, onu tarif eder ve lisan-ı hâliyle der ki:
— Bu sıfatlara sahip olamayan bana kâtip olamaz.
Şimdi biri çıksa ve: “Bu A harfinin kâtibi yoktur. A harfi kendi kendine oldu.” dese, bu durumda, A harfinde gözüken isim ve sıfatları harfin kendisine vermek zorundadır. Çünkü ortada isim ve sıfatlar vardır ve bu isim ve sıfatlara sahip olunmadan A harfine sahip olunamaz. Bu isim ve sıfatlar muhakkak birisine verilmelidir. Eğer A harfinin kendi kendini yazdığı kabul edilirse, bu harfin irade sahibi, hayat sahibi; ilim, kudret ve hikmet sahibi olduğu ve diğer isim ve sıfatları taşıdığı kabul edilmek zorunda kalınır. Yani kâtibinde olan bütün sıfatlar A harfinin kendisine verilir.
Eğer “A harfini kalemin kendisi yazmış.” denilirse, bu durumda da mezkûr sıfatlar kaleme verilmek zorundadır.
— Gördünüz mü kâtibi kabul etmeyen neyi kabul etmek zorunda kalıyor?
Aynen bunun gibi, şu âlemdeki her bir varlık A harfi gibi bir harf hükmündedir ve kudret kalemiyle yazılmış İlahî bir kelimedir. Üzerinde Allah’ın binbir ismi ve sıfatları yazılmıştır. Eğer Allah inkâr edilirse, bu isim ve sıfatlar varlıklara, tabiata veya sebeplere verilmek zorundadır. Bu durumda da nihayetsiz ilahları kabul etme mecburiyeti ortaya çıkar. Çünkü bu sıfatları taşıyana ilah denir. Kim taşıyorsa ilah odur. Biz, “Allah taşıyor, bizim İlahımız odur.” diyoruz. Birisi “Allah yok.” derse, bu isim ve sıfatları varlıklara vermeli ve varlıkları ilah kabul etmelidir. Bu, her varlık için böyledir.
Şimdi de “Vacibu’l-vücud” kavramını izah edelim:
Yokluğu da bir vücut mertebesi kabul ettiğimizde vücut mertebeleri üçe ayrılır:
1. Vacibu’l-vücud: Varlığı lazım ve vacip olan.
2. Mümkünü’l-vücud: Varlığı ve yokluğu eşit olan.
3. Mümteni: Varlığı imkânsız olan.
Bir kitabı düşündüğümüzde, bu kitabın kendisi mümkünü’l-vücuttur. Varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olabilmesi için bir irade sahibinin tercihine ihtiyacı vardır. Bir kâtip varlığını yokluğuna tercih ettiğinde var olur, onu yırttığında yok olur.
Kitabın varlık mertebesi mümkünü’l-vücud iken, kâtibinin varlık mertebesi -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Kâtip olmadan kitabın varlığı izah edilemez.
Mümteni ise kitabın kâtipsiz olmasıdır.
Bir misalle daha meseleyi pekiştirelim:
Bir masayı düşünsek, masanın varlığı mümkünü’l-vücuttur. Ustasının varlığı -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Masanın ustasız olması ise mümtenidir.
Şu kâinatı esas aldığımızda, kâinatın ve içindeki her bir eşyanın vücud mertebesi mümkünü’l-vücuttur. Olabilirdi veya olmayabilirdi, olması tercih edildi ve oldu. Varlığı için başka bir sebebe muhtaç. Kendi kendine var olamıyor. Bu sebeple kâinat mümkünü’l-vücuttur.
Her mümkünü’l-vücud bir vacibu’l-vücudu iktiza eder. İşte Allah vacibu’l-vücuttur. Kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve içindeki eşyayla birlikte âlemi halk etmiştir.
Şu âlemin yaratıcısının olmaması ise mümtenidir.
Nihayetsiz kudret, her şeyi kuşatan ilim, kayıtsız irade gibi sıfatlar sadece vacibu’l-vücud olan Allah’ta bulunur. Mümkünü’l-vücud olan eşyada bulunmaz. Eğer Allah inkâr edilirse, vacibu’l-vücud olan Allah’a mahsus isim ve sıfatlar mümkünü’l-vücud olan varlıklara verilmek zorunda kalınır. Bu ise batıl bir hükümdür.
حتى nihayet تضطرُّ mecbur olursun أن تُعطيَ vermeye لكل ذرةٍ her bir zerreye اُلوهيةً مطلقة bir uluhiyet-i mutlakayı إنْ أَسْندت الشئَ eğer bir şeyi isnad edersen الى نفسه nefsine.
Nihayet her bir zerreye bir uluhiyet-i mutlakayı vermeye mecbur olursun; eğer bir şeyi nefsine isnad edersen.
او تقْبلَ veya kabul etmeye (mecbur olursun) لكل سبب her bir sebep için من الاسباب الغير المحدودة hadsiz sebeplerden الوهيةً مطلقة bir uluhiyet-i mutlakayı ان أسندت الشئَ eğer bir şeyi isnad edersen الى الاسباب sebeplere.
Veya hadsiz sebeplerden her bir sebep için bir uluhiyet-i mutlakayı kabul etmeye (mecbur olursun); eğer bir şeyi sebeplere isnad edersen.
وتقْبلُ ve kabul edersin شركاء şerikleri غيرَ متناهيَةٍ sonsuz في الالوهية uluhiyette التي شأنُها الاستقلالية ki onun şanı istiklaliyettir التي لا تَقْبل الشِّركة اصلاً o istiklaliyet ki ortaklığı asla kabul etmez.
(Bu durumda) şanı istiklaliyet olan uluhiyette sonsuz şerikleri kabul edersin. O istiklaliyet ki ortaklığı asla kabul etmez.
İzah: Allah’ı inkâr eden, varlıklar adedince batıl ilahları kabul etmek zorunda kalır. Her bir atoma, her bir sebebe Allah’ın isim ve sıfatlarını vermekle onu ilah kabul etmiş olur. Çünkü bu sıfatlara sahip olana ilah denir. Bu kabulle de Allah’a sayısız ortaklar isnad etmiş olur.
Tek bir Allah’ı kabul edemedi, Allah’ı inkâr etti; zerrat adedince ilahları kabul etmek zorunda kaldı. İşte küfrün içindeki garabet! (Mesele üstte izah edildiğinden dolayı sözü uzatmaya gerek görmedik.)
Yazar: Sinan Yılmaz