a
Ana Sayfa1-50 Arası14. Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hût meleklerine bir nokta-i istinad…

14. Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hût meleklerine bir nokta-i istinad…

Şu metnin mütalaasını yapacağız:

“Mesela, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda “Sevr” ve “Hût” namlarındaki iki meleğin omuzlarında yani nezaretlerinde ve cennetten getirilen ve fâni küre-i arzın baki bir temel taşı olmak yani ileride baki cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için “sahret” namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hût meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbas’tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsi mana, mürûr-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismani taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.” (11. Şua, 11. Mesele)

Bu uzun metni cümle cümle mütalaa edelim:

“Mesela, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini…”

Felsefe her şeyi kör kuvvetle, şuursuz tesadüfle ve tabiat kanunlarıyla izah eder. Dünyanın ve içindeki eşyanın icadını ve vaziyet-i fıtriyesine uygun hareketini ruhsuz kanunlara havale eder. Bu havalede büyük bir dehşet ve vahşet vardır. Şu misalle bu dehşete bir nebze bakabiliriz:

Bir otobüste yolculuk yaparken şoförün uyuduğunu fark etseniz nasıl bir dehşete kapılırdınız! Bir de bu otobüsün virajlı bir dağ yolunda olduğunu düşünün… Herhâlde dehşetiniz ikiye katlanırdı.

İşte kâfirin nazarında dünya böyle şoförsüz bir otobüstür. Top güllesinden yetmiş defa daha süratli olan yıldızlar feza denizinde sahipsiz geziyorlar. Bir tanesi yolunu şaşırsa başka bir yıldıza çarpacak, bir kıyameti koparacak. Onun nazarında her şey başıboş, sahipsiz ve vazifesizdir.

İşte bu itikad kişiyi vahşete ve dehşete düşürür. Üstadımız bu manayı şöyle beyan ediyor:

“Meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.” (Üçüncü Söz)

Felsefenin âlemin idaresini esbaba ve ruhsuz kanunlara havale etmesi sebebiyle hem hilkat-i arziye hem de arzın vaziyet-i fıtriyesi karanlık ve vahşetli bir surette gözükür.

Metne devam edelim:

“Bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda “Sevr” ve “Hût” namlarındaki iki meleğin omuzlarında yani nezaretlerinde…”

Felsefe yeryüzünün icadını ve idaresini esbaba ve kanunlara havale ederken, hadis-i nebevî dünyanın sevk ve idaresini “Sevr” ve “Hût” ismindeki iki müekkel meleğe nispet eder. Bununla da gönüllere bir sürur ve kalplere bir inşirah verir. Çünkü mümin kişi bununla bilir ki:

Âlem tesadüfün oyuncağı değildir ve eşya kendi kendine hareket etmiyor. Hepsinin dizgini -izn-i İlahî ile- Sevr ve Hût’un elindedir. En büyük bir mahluk dahi dizginini onların elinden kurtarıp başıboş hareket edemez…

Sevr ve Hût meselesi üzerine biraz konuşalım:

İbni Abbas Hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir:

Peygamberimiz (a.s.m.)’a sordular:

— Dünya ne üstündedir?

Peygamberimiz (a.s.m.) cevap vermiş:

—  عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ  Öküz ve balığın üzerindedir. (Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhîb: 4:257; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8:131; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam: 1:172)

Üstad Hazretleri 14. Lem’a’da bu hadis-i şerifi üç farklı şekilde izah etmiş. Biz meselemize bakan birinci izahı -iktibasla- beyan edelim. Diğer iki izahı merak edenler mezkûr esere müracaat edebilirler.

Hadisin birinci izahı: Nasıl ki farklı farklı melekler var ve farklı farklı vazifeler icra ediyorlar. Mesela:

– Hazreti Azrail ruhları alıyor.

– Hazreti Cebrail vahiy getiriyor.

– Hazreti Mikail tabiat olaylarına nezaret ediyor.

– Hazreti İsrafil sûra üfleyecek.

– Arş’ı taşımakla görevli melekler var.

– Yağmur damlalarını indirmekle görevli melekler var.

– Cehennemde azap etmekle görevli melekler var…

Aynen bunlar gibi, dünyaya nazır ve hamele olan iki melek var. O meleklerden birinin ismi “Sevr” yani “öküz”; diğerinin ismi “Hût” yani “balık”tır.

Üstad Hazretleri diyor ki: -Allahu a’lem- bu iki meleğin, âlem-i melekût ve âlem-i misalde öküz ve balık suretinde temessülleri var.

Yani bu iki melek bu âlemlerde öküz ve balık şeklinde görünüyorlar.

İşte Peygamberimiz (a.s.m.) bu hakikate işareten, “Dünya öküzün ve balığın üzerindedir.” buyurmuş. Yani dünyaya “Sevr” ve “Hût” namıyla iki melek nezaret edip idare eder, demek istemiş.

Bu beyanla da yeryüzünün tedbir ve idaresini kör kuvvetin, şuursuz tabiatın ve ruhsuz kanunların elinden alıp iki meleğin eline vermiş. Bununla da gönüllere itminan vermiş.

Ancak şu noktayı unutmayalım: Tesir ve icatta melekler Allah’ın -hâşâ- ortakları değil, ef’alinin nazırlarıdır. Fail-i hakiki Allahu Teâlâ’dır. Yeryüzünün tedbir ve idaresinin iki meleğe hamledilmesi “mecaz-i akli” nevindendir.

Mecaz-i akli: Fiilin hakiki failine ve müessirine değil de o fiilin mekân, zaman ve sebep gibi alakası olduğu şeye isnat edilmesidir.

Mesela Zilzal suresinde geçen,  وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا  “Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığı zaman” ayetinde, ağırlıkları çıkaran Allah olduğu hâlde fiil hakiki failine değil, fiilin mekânına isnat edilmiş ve ağırlıkları çıkarma işi yeryüzüne nispet edilmiştir.

Ancak herkes bilir ki yeryüzünün bunu yapabilecek ne ilmi ne de kudreti vardır. Bu fiilin hakiki faili Allah’tır. Fiilin yeryüzüne isnadı ise mecaz-i aklidir. Mecaz-i akli belagatta bir sanattır.

İşte iki meleğin yeryüzüne nazır ve müdebbir olması da mecaz-i akli nevinden bir ifadedir. Yoksa hakikatte her şeyi idare eden Allahu Teâlâ’dır.

Metne devam edelim:

Ve cennetten getirilen ve fâni küre-i arzın baki bir temel taşı olmak yani ileride baki cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için “sahret” namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip…

Sahret, Mescid-i Aksa’da bulunan çok eski ve tarihi bir kayadır. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın miraç gecesinde bu kayadan gökyüzüne yükseldiği hakkında rivayetler vardır.

Üstadımız bu kayanın cennetten getirildiğini ve yeryüzünün bir temel taşı olduğunu beyan ediyor. Nasıl ki bir bina temel üzerine inşa edilir; sanki sahret de dünya binasının bir nevi temeli olmuş; hikmet-i İlahîye böyle iş görmüş.

Yine cennetten getirildiği için, cennetin bir nevi bekasıyla boyanmış, bu bekaya mazhar olmakla da dünyanın baki bir temel taşı olmuş.

Hem madem cennetten getirildiği için bir nevi bekaya mazhar olmuş, o hâlde dünyanın fenasıyla yok olmayacak ve tekrar geldiği yere dönecek. Kendisiyle birlikte, temeli olduğu fâni âlemin de bir kısmını baki cennete devredecek.

Üstadımız, “Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip” diyor. Demek, sır sahretin maddesinde değil, hakikatinde gizli. Bu manayı şu ayet-i kerime ile akla yaklaştırabiliriz:

Bakara suresinin 248. ayet-i kerimesinde bir sandıktan bahsedilir. Önce 39. sayfada anlatılan kıssanın özetini beyan edelim:

İsrailoğulları kendi peygamberlerine gelerek bir hükümdar göndermesini isterler ve bu hükümdarla Allah yolunda savaşacaklarına dair söz verirler. Allahu Teâlâ onlara Tâlut ismindeki zatı hükümdar olarak gönderir. Ancak Tâlut fakirdir. Bu yüzden İsrailoğulları onu hükümdar olarak kabul etmek istemez ve kendilerinin hükümdarlığa daha layık olduklarını iddia ederler.

Bunun üzerine peygamberleri onlara şöyle der:

  إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِن رَبِّكُمْ

“Şüphesiz onun hükümdarlığının delili size sandığın gelmesidir. O sandıkta Rabbinizden bir sekîne vardır.” (Bakara 248)

Sekîne: Maddi ve manevi bereketler ve feyizler demektir.

İşte o sandıkta böyle bir sekîne vardı. İsrailoğulları bu sandıkla Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olurlardı.

Fahru’r-Râzî, Ebu’s-Suud, Hazin, Kurtubî ve Âlûsî tefsirlerinin beyanlarına göre, İsrailoğulları Hazreti Musa’nın vefatından sonra bozulup isyan edince Cenab-ı Hak onlara Amalika kavmini musallat etti. Bu kavim sandığı onlardan aldı. Daha sonra Allahu Teâlâ, Tâlut’un hükümdarlığına bir alamet olması için melekleri vasıtasıyla o sandığı tekrar İsrailoğulları’na gönderdi. Ayette geçen,  تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ  “O sandığı melekler taşır.” ifadesi, sandığın melekler tarafından taşınarak onlara getirildiğini bildirmektedir.

Kıssanın detayını tefsir kitaplarına havale edelim. Burada bilmemiz gereken şey şudur:

1. İsrailoğulları’nın kendisiyle bereketlendiği bir sandık vardı.

2. Kur’an’ın ifadesiyle, o sandıkta Rabbimizden bir sekîne vardı. Onlar bu sandığa hürmetle sekîneye yani feyze ve berekete mazhar olurlardı.

İşte sandıktaki bu sekine, sandığın maddesinde değil hakikatindedir.

Sahret de bu sandığa benzemektedir. Bir maddesi vardır bir de hakikati… Sandığa feyizler ve bereketler koyan Rabbimiz, sahretin hakikatine de çok sırlar koymuştur.

Metne devam edelim:

Sevr ve Hût meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbas’tan dahi mervîdir.

Hadislerde sahret taşının Sevr ve Hût’a bir nokta-i istinad olduğu beyan buyrulmuş. Mesela İbni Ömer’in rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir:

وَالْحُوتُ عَلَى صَخْرَةٍ وَالصَّخَرَةُ بِيَدِ مَلَكٍ

“Hût sahretin üzerindedir. Sahret de meleğin elinde…” (Münzeri, et-Tergib ve’t-Terhib, 4:346; İbni Receb, et-Tahvîf mine’n-nâr, 142)

Hût’un sahretin üzerinde olduğunu beyan eden bu hadis-i şerif gibi, dünyanın da sahretin üzerinde olduğunu beyan eden hadis-i şerifler vardır. Birini nakledelim:

İbni Ömer’in rivayet ettiği hadis-i şerif şöyledir:

قَالَ رَجُلٌ يا رسولَ اللَّهِ أرأيتَ الأرضَ عَلَى مَا هِيَ قال على الماءِ والماءُ على صَخْرَةٍ خَضْرَاءَ والصخرةُ على ظَهْرِ حوتٍ

“Bir adam şöyle dedi: ‘Ya Resulallah! Bana haber ver, dünya neyin üzerindedir?’ Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle dedi: ‘Dünya suyun üzerindedir. Su yeşil bir sahretin üzerindedir. Sahret de bir balığın sırtındadır.’” (Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidal, 2:144)

Üstad Hazretleri bu manadaki hadislerin müteşabih olduğunu; burada bir teşbih yapılmış olup hakiki mananın murad olmadığını şöyle beyan ediyor:

“Maatteessüf bu kudsi mana, mürûr-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismani taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.”

Evet, madem melekler havada geziyor, toprakta geziyor, taşta geziyor ve yerin merkezine kadar gidiyorlar, çünkü bedenleri latiftir, kesif cisimler onlara mâni olamaz; o hâlde üzerinde durmak için cismani bir taşa, balığa ve öküze ihtiyaçları olmaz.

Dünya için de aynı hakikat geçerlidir. Ne taşa ne de balığın ve öküzün sırtına ihtiyacı vardır.

Mütalaamızda bir mesele kaldı ki o da şudur:

Üstad Hazretleri, dünyanın balığın ve öküzün sırtında olması meselesini 14. Lem’a’da izah etmiş. Burada ise balığın ve dünyanın sahretin üzerinde olması meselesini izah etmiyor.

— Acaba balığın ve dünyanın sahretin üzerinde olması ne demektir? Bu teşbihle hangi mana kastedilmiş olabilir?

Böyle müşkil hadislerin manasını izah edebilmek için ya muhaddis olmak -bununla en azından hadis hafızı olmayı kastediyorum ki hadis hafızı olabilmek için en az yüz bin hadisi ezbere bilmek lazım- ya da Üstad Hazretleri gibi allame olmak gerekir. Zaten hadis inkârcıları muhaddis ve alleme olmadıkları için hadislerin zahirine bakıyor ve akılları almadıkları için de inkâr ediyorlar.

Üstad Hazretlerinin ifadesinin siyak ve sibakına bakıldığında bu hadislerin manası şu olabilir gibi geliyor:

Felsefe ruhsuz kanunlarıyla âlemin icadını ve idaresini pek karanlık ve vahşetli bir surette göstermiş. Ama hadis-i nebevî yeryüzünün idaresini ruhsuz kanunlara değil -mecaz-i akli nevinden- iki meleğin nezaretine vermiş ve yeryüzünün sahret taşının üzerine bina edildiğini beyan buyurmuş. Artık endişeye mahal yok! Hem dünya evimizin müdebbirleri var hem de evimiz boşlukta ve havada değil, bir taşın ve temelin üzerinde duruyor.

Buna göre, dünyanın sahretin üzerinde durması, Allah’ın kayyumiyetine bir teşbih olabilir. Her şeyi bir sebeple yaratan Hakîm-i Zülcelal, dünyanın kayyumiyetini de sahret üzerine bina etmiş olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin