4. “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diye beyan olunan…
Şu metnin mütalaasını yapacağız:
BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen iki taifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”
Evet, “Zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder.” demektir. Yoksa -hâşâ ve kellâ- selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lazımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’an, عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla, manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten -hâşâ sümme hâşâ- Cenab-ı Hakk’ı tekzip ve hazreti risaletin fehmini tezyif etmek çıkar. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
İlk önce genel bir mütalaa yapalım; sonra cümle cümle izaha çalışalım:
Kur’an, içinde birçok kitapları cemeden bir kitab-ı kebirdir. İçinde kitab-ı zikir, kitab-ı şükür, kitab-ı şeriat, kitab-ı kâinat gibi birçok kitap vardır. Bu makamda konumuz şu iki kitaptır:
1. Şer’î ilimlerin kaynağı olan kitab-ı şeriat.
2. Kâinata ve yaratılışa dair haberler veren kitab-ı kâinat.
Kitab-ı şeriat dediğimizde, bu kitabın içine fıkıh, kelam, akaid gibi şer’î ilimler girer. Bu kitabı anlama hususunda kimse selef âlimlerine yaklaşamaz ve onları geçemez. Kur’an’ın kitab-ı şeriat olan kısmını en iyi müçhehid âlimler anlamış ve en isabetli hükümleri onlar çıkarmış. (Bu meseleyi “Mezhepsizlik Hastalığı” eserimizde uzunca tahlil ettik. Dileyenler sitemizden bu eserin PDF’ine ulaşabilir.)
Kur’an’ın içindeki ikinci kitap olan kitab-ı kâinatı ise bu zamanın bilim adamları daha iyi anlar. Hatta eski zamanda tam anlaşılamayan birçok ayet-i kerime bilimsel keşiflerle bu zamanda daha net anlaşılmıştır.
Demek, kitab-ı şeriattan selef âlimlerinin hissesi, kitab-ı kâinattan ise bu zamanın bilim adamlarının hissesi daha ziyadedir.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi metni cümle cümle mütalaa edelim:
“‘Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar.’ diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen iki taifedir.”
Bir kısım insanlar “Kur’an’ın tam anlaşılamadığı, Kur’an’ın sırlarının tam bilinmediği ve müfessirlerin Kur’an’ı tam anlamadığı” fikrini ortaya atıyor. Üstadımız da bu meseleyi izah ediyor. Diyor ki: Bu fikrin iki yüzü var ve bu sözü söyleyen iki taifedir.
“Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: ‘Kur’an bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.’”
(Tetimmat: Tamamlamalar / Hakaik-i hafiye: Gizli hakikatler)
Evvela “nusus” ve “muhkemat” kavramlarını izah edelim:
Nusus “nas” kelimesinin çoğuludur. Bir de buna benzer “zahir” vardır.
Zahir: İbareyi işitmekle anlaşılan manadır.
Nas ise: Söyleyenin maksadını anlamaktır.
Mesela وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا “Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı.” ayetini ele alalım. Bu ayeti işiten kişi alışverişin helal, faizin haram olduğunu anlar. İşte bu, zahirdir; zira ayeti işitmekle anlaşılan mana budur.
Söyleyenin maksadı ise ikisinin farklı olduğudur. Bunu anlamak ise nastır.
Muhkemat ise “muhkem” lafzının çoğuludur. Allah’ın murad ettiği mananın açıkça anlaşıldığı ayetlere “muhkem ayet” denir. Muhkem ayetlere örnek olarak “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git…” gibi emirleri sayabiliriz. Bu ayetlerdeki mana açık olduğundan dolayı bu ayetlerde içtihad yapılmaz. Ayrıca bu hükümleri inkâr etmek de küfürdür.
Kur’an’ın naslarını ve muhkematını en iyi anlayan âlimler -başta dört mezhep imamı olarak- selef âlimleridir. Bu hususta onlara yetişmek hatta yaklaşmak mümkün değildir.
Bununla birlikte, her asır -tetimmat kabilinden- bazı hakaik-i hafiyeye (gizli hakikatlere) muttali olur. Bu hakaik-i hafiye genelde eşyanın icadı ve hikmetiyle ilgili meselelerdir. Mesela:
– İki denizin birbiriyle karışmaması
– Evrenin genişlemesi
– Rüzgârların aşılama vazifesini görmesi
– Yer altı sularının oluşumu
– Yeryüzünün uçlarından eksiltilmesi gibi meseleler Kur’an’ın hakaik-i hafiyesindendir.
Bu meselelerin birçoğunu selef âlimleri bilmiyordu; çünkü onların asrında bu ilmî keşifler yapılmamıştı. Bu asırda bilim gelişti, eşyanın birçok hikmeti keşfedildi, uzayın derinliklerine seyahat edildi; bütün bunlarla da Kur’an’ın kitab-ı kâinata dair birçok ayetinin manası daha iyi anlaşıldı.
Yine Üstadımız dedi ki: Her asır, nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber…
Demek, evvela selef âlimlerinin kitab-ı şeriata dair ortaya koyduğu hükümler kabul edilecek. O hükümlere itiraz edilmeyecek ve tam teslim olunacak. Onlar kabul edildikten sonra, tetimmat kabilinden bazı hakaik-i hafiye bu asırda keşfedilebilir. Bu da Rabbimizin bu asra bir ihsanı olur.
Ancak şu unutulmamalıdır: Bu hakaik-i hafiye fıkıh ve ahkâma ait değil, kitab-ı kâinata aittir. Kitab-ı şeriatın şerhleri tamamlanmış ve mürekkebi çoktan kurumuştur. Üstadımız bu meseleyi İçtihad Risalesi’nde izah etmiştir. Dileyenler oraya müracaat edebilir.
Şimdi, mütalaasını yaptığımız kısmı bir daha okuyalım:
“Birincisi (yani “Kur’ân-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diyen güruhun birincisi): Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. (Bunlar selef âlimlerini çürütmek için değil, Kur’an’ın şanını yüceltmek için) Derler ki: ‘Kur’an bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.’”
Metne devam edelim:
“Evet, ‘Zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder.’ demektir.”
Kur’an’ın inkişaf eden hakaiki nas ve muhkem olan kısmı değildir. Nas ve muhkem olan ayetlerin manası müfessir ve müçtehidler tarafından kâmil bir şekilde ortaya konulmuştur. Onlara bir harf ilavesi dahi mümkün değildir.
Kur’an’ın inkişaf eden hakaiki -üsste de beyan ettiğimiz gibi- kâinata ve eşyanın icadına dair olan haberleridir. Bu haberler zamanın geçmesi ve bilimin ziyadeleşmesiyle daha iyi anlaşılmaktadır.
Metne devam edelim:
“Yoksa -hâşâ ve kellâ- selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lazımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler.
(Selef-i sâlihîn: İlk devir İslam büyükleri / Hakaik-i zâhiriye-i Kur’aniye: Kur’an’ın zahirî hakikatleri)
Demek, “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar.” sözü, selef âlimlerinin itibarını kırmak, onların sözlerini itibardan düşürmek ve Kur’an’ın nusus ve muhkematına şüphe getirmek için söylenmemiş. Daha doğrusu, birinci güruh mezkûr sözü bu niyetle söylememiş. Çünkü müfessir ve müçtehid âlimlerin bildirdiği muhkem hükümlere iman lazımdır. O muhkem hükümler nastır, katidir, dinin esası ve İslam’ın temelidir.
Metne devam edelim:
“Kur’an, عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla, manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir.”
عَرَبِىٌّ مُبِينٌ “Apaçık Arapça” manasındadır. Kur’an Arap bir topluma, Arapça dilinin dâhilerine, Arapça olarak nazil olmuştur. Bu cihetle de anlaşılması kolaydır. Bu hakikate birçok ayetle dikkat çekilir. Mesela şöyle denir:
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ
“Andolsun ki biz Kur’an’ı öğüt alınması için kolaylaştırdık.” (Kamer 17)
Kur’an’ın hem Arapça olarak nazil olması hem de beşerin fehmini okşamak için kolaylaştırılması, “Kur’an’ı selef-i salihîn anlamamış.” sözünü kökünden çürütür.
— Bu kitabı onlar anlamayacak da kim anlayacak?
Hem kendi dillerinde inmiş hem de yanlarında -anlayamadıkları ayetleri sorabilecekleri- Hazreti Peygamber (a.s.m.) var.
Metni tamamlayalım:
“O mensus manaları kabul etmemekten -hâşâ sümme hâşâ- Cenab-ı Hakk’ı tekzip ve hazreti risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.”
(Mensus: Nas ile sabit, ayet ve hadisle tespit edilmiş / Fehim: Anlayış / Tezyif: Aşağılama)
Başta dört mezhep imamı olarak, müçtehidlerin ve müfessirlerin -muhkem ayetlerden çıkardıkları- hükümleri kabul etmemek evvela Cenab-ı Hakk’ı tekziptir. Çünkü o âlimler bizlere Allah’ın hükmünü bildirmiş. O hükümleri kabul etmemek, hükmü indiren Allah’ı tekzip etmektir.
Yine mensus hükümleri inkâr etmek, hazreti risaletin fehmini yani Peygamberimiz (a.s.m.)’ın anlayışını tezyif etmektir.
— Hâşâ, Peygamberimiz (a.s.m.) o ayetlerin manasını anlayamadı da bu asrın insanı mı anladı?
— Bu mezhepsizlerin anlayışı, Hazreti Peygamber (a.s.m.)’ın anlayışından daha mı ileride?
İşte “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor.” sözü, eğer üstte anlattığımız mana ile söylenmezse, -hâşâ- Kur’an’ı Peygamberimiz (a.s.m.)’ın anlamadığı, sahabesinin anlamadığı, tabiinin büyük allamelerinin anlamadığı manasına gelir ki bu söze gülmekten öte bir cevap verilmez.
Yazar: Sinan Yılmaz