a
Ana Sayfa1-50 Arası11. İzzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

11. İzzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

Şu metnin mütalaasını yapacağız:

“İzzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor. Evet, Sultan-ı Ezelî’nin memurları vardır ama icraatçıları değillerdir ki saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki kudretin icraatını ilan ediyorlar. Veya o memurlar nazır müşahitlerdir ki gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek, esbab ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vazedilmiş birtakım vasıtalardır.” (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

İlk önce “izzet ve azametin perdeyi iktiza etmesini” mütalaa edelim. Bu hakikate şu misallerle bakabiliriz:

Dünyada azıcık bir izzeti ve azameti olanlar izzetlerini muhafaza için sebeplerle iş görmekte ve vasıtaları kendilerine perde yapmaktadır. Mesela:

– Bir belediye başkanı çarşı pazarda makbuzla gezmez. O işi zabıtaya yaptırır. Pazarda makbuz kesmeyi makamın izzeti kabul etmez.

– Bir emniyet müdürü kırmızı ışıkta bekleyip, geçenlere ceza kesmez. O işi polise yaptırır. Sokakta ceza kesmeyi makamın izzeti kabul etmez.

– Bir vali çöpçü gibi çöp toplamaz. Çöp toplama işini çöpçüye yaptırır. Valilik makamının izzeti çöpleri bizzat toplamasına müsaade etmez.

– Bir general koğuşa girip koğuşu temizlemez. Temizleme işini askere yaptırır. Generallik makamının izzet ve azameti koğuşu bizzat temizlemesine müsaade etmez.

– Bir sultan memleketin sokaklarını süpürmez. Bu işi hizmetçilerine yaptırır. Saltanatın izzet ve azameti böyle hasis bir işe izin vermez. Ve hakeza…

İnsan âciz olduğu hâlde böyle yapar. Bayağı işlerle bizzat mübaşerette bulunmayıp makamlarının izzetini muhafaza etmek için o işleri vasıtalara yaptırır.

Allahu Teâlâ ise sonsuz izzet ve azametin sahibidir. İşte bu izzeti ve azameti sebebiyle hasis işler için sebepleri vazetmiş ve sebepleri kendine perde yapmıştır. Sebepler o izzet ve azametin büyüklüğü için vazedilmiştir. Yoksa sebeplerin hakiki bir tesiri yoktur.

Sebeplerin yaratılmasında başka hikmetler de vardır. Burada sadece bu hikmet zikredildiğinden diğer hikmetleri izah etmiyor, kendi makamlarına havale ediyoruz.

“İzzet ve azametin perdeyi iktiza etmesi” herhâlde anlaşılmıştır. Şimdi de “tevhid ve celalin şirki reddetmesi ve sebebe tesir vermemesi” hakkında konuşalım:

Tevhid “Allah’ın birliği” demektir. Allah’ın ne zatında ne de fiillerinde ortağı vardır. Tevhid ortağı kabul etmez. Eğer sinek kanadı kadar bir fiil bir sebepten sudur ederse tevhid bozulmuş olur. O zaman Allah’ın hem zatında hem de fiilinde ortağı olmuş ve Allah’ın celali kaybolmuş olur. Zira celal bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmakla gözükür. Bir zerre o kabzadan ayrılsa tevhid ve celal bozulur. İşte bu sırdan dolayı, sebeplerin icatta hiçbir tesiri ve müdahalesi yoktur.

Evet, Allah’ın izzeti ve azameti perdeyi iktiza etmektedir. Ancak tevhid ve celal şirki reddetmekte ve sebebe tesir vermemektedir.

Sonra Üstadımız dedi ki: Evet, Sultan-ı Ezelî’nin memurları vardır ama icraatçıları değillerdir ki saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar.

Allah’ın memurları vardır. Mesela ruhları Hz. Azrail alıyor. Vahyi Hz. Cebrail getiriyor. Tabiat işlerinde Hz. Mikâil vazife görüyor. Sûra Hz. İsrafil üfleyecek. Yağmur damlalarını melekler indiriyor. Bunlar gibi Allah’ın çok memurları var. Ancak bu memurlar icraatçı değildir, hakiki tesirleri yoktur. Bu sebeple, Allah’ın saltanatının ve rububiyetinin ortağı olmazlar. Meseleyi biraz daha somutlaştıralım:

Ateş Allah’ın bir memurudur. Allah ateşle yakar. Ateşin kendisi yakamaz. Hakikatte yakan Allah’tır. Ateşin bu yakma faaliyetinde hiçbir müdahalesi yoktur. Eğer Allah dileseydi ateşsiz de yakardı. Ve dilerse ateşle de yakmaz. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmış ama ateşte yanmamıştır. Eğer yakmak ateşin bir fiili olsaydı Hz. İbrahim’i de yakardı. Allahu Teâlâ ateşi, yakma fiiline bir perde yapmış ancak ona tesir vermemiş.

Yine inek Allah’ın bir memurudur. Vazifesi süt vermektir. Sütü yapan inek değildir, Allah’ın kudretidir. İnek sadece vazifeli bir memur olup sütü bize sunmak için yaratılmıştır.

Yine ağaç bir memurdur. Vazifesi rahmetin eli hükmündeki dallarıyla rahmetin meyvelerini bizlere uzatmaktır. Meyveyi yapan ağaç değildir. Ağacın bu fiilde hiçbir tesiri yoktur. Meyve Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır.

Yine Hz. Azrail bir memurdur. Hakikatte ruhu alan ve kişiyi öldüren Allah’tır. Hz. Azrail sadece bir perdedir ki ölümde tevehhüm edilen çirkinliklere mahal olur. İnsanların yersiz şikâyetlerine hedef olur. Bu şikâyetler Allah’tan ona döner.

Bunlar gibi bütün sebepler -canlı olsun cansız olsun- Allah’ın vazifedar bir memurudur. Asla Allah’ın icraatının ortakları değildir. Hiçbirinin hakiki tesiri yoktur. Çünkü tevhid ve celal şirki reddeder, sebeplere tesir-i hakiki vermez.

Sonra Üstadımız şöyle dedi: Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki kudretin icraatını ilan ediyorlar.

Sebepler Allah’ın memurları hükmündedir. Vazifeleri Allah’ın kudretinin icraatını ilandır.

Mesela ağaç sebep, meyve ise neticedir. Meyvenin yaratılışında ağacın hiçbir tesiri ve müdahalesi yoktur. Ağaç Allah’ın bir memuru hükmündedir. Vazifesi ise kudretin icadı olan meyveyi, eli hükmündeki dalıyla bize uzatmaktır. İşte ağacın meyveyi bize uzatması kudretin icraatını ilandır.

Âdeta ağaç lisan-ı hâliyle şöyle der:

— Bana bakın, sözümü dinleyin! Beni bir çekirdekten kim çıkarmışsa, dallarımdaki meyveleri de bana o takmış.

— Kuru bir daldan bu leziz meyveyi çıkarmak ancak ve ancak kudreti sonsuz, rahmeti sonsuz, hikmeti sonsuz bir zatın işi olabilir.

— Ben meyvenin sahibi ve yaratıcısı değilim. Ben kendime sahip değilim ki meyvenin sahibi olayım. Vazifem sadece memurluktur. Rabbimin emriyle hareket ederim. Sözümü duymasını bilene sözümle, sözüme kulak tıkayana ise meyvem ile kudretin icraatını ilan ederim…

Şimdi de bir tavuğu dinleyelim, bakalım o ne diyor? O da diyor ki:

— Benim gibi bir âciz ve cahil bu yumurtayı nasıl yapsın?

— Değil ben, bütün insanlar toplansanız, siz bu yumurtayı yapabilir misiniz?

— Ne siz ne de ben bu harikulade icraatın faili olamayız. Ben sadece vazifedar bir memurum. Vazifem kudretin icraatını ilandır. İşte bu yumurta da benim ilannamemdir…

Ağaç gibi, tavuk gibi her bir sebep lisan-ı hâliyle konuşmaktadır. Duymasını bilene sözüyle, duymasını bilmeyene ise kendisine takılan aza ve cihazlarla Allah’ın kudretinin azametini anlatmaktadır. Tek vazifesi dellâllıktır, kudretin icraatını ilandır.

Sonra Üstadımız şöyle dedi: Veya o memurlar nazır müşahitlerdir ki gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar.

Bu ifade ile sebeplerin bir vazifesini daha öğrendik: Nazır bir seyirci olmak!

Mesela Hz. Mikâil’in vazifesi tabiat olaylarına nezarettir. Hz. Mikâil’in icatta hiçbir müdahalesi, yaratmada en küçük bir tesiri yoktur. Ağaç nasıl bir sebepse ve meyveyi yaratmada hiçbir tesiri yoksa, Hz. Mikâil de aynı ağaç gibi bir sebeptir ve icatta hiçbir müdahalesi yoktur. Vazifesi seyirdir ve izlemektir. Allah’ın yaratmasını, beslemesini, hayat vermesini, varlıkları terbiye etmesini ve rububiyetin diğer tecellilerini seyreder ve bu seyir karşısında hayret ve muhabbetle tesbih ve zikir eder.

Bize yanlış öğretildi. Denildi ki:

— Hz. Mikâil tabiat olaylarını sevk ve idare eder.

Bu, tamamen yanlış bir ifadedir. Tabiat olaylarını Hz. Mikâil değil, Allah sevk ve idare eder. Hz. Mikâil ise sadece bir seyirci ve nazırdır. Sevk ve idarede hiçbir müdahalesi yoktur.

Yine Hz. Azrail ruhların alınmasında görevlendirilmiştir. Ruhu hakikatte alan ve kulunu öldüren Allahu Teâlâ’dır. Hz. Azrail öldürme faaliyetinin sadece bir seyircisi ve bu hikmetli faaliyetin bir izleyicisidir. Ölüm hadisesinde Hz. Azrail’in hiçbir tesiri ve müdahalesi yoktur.

— Peki, acaba hayvanat bu nazır seyirci kısmına dâhil midir? Hayvanlar da melekler gibi Allah’ın kudretinin icraatına nazır bir müşahit midir?

Evet, hayvanat da bu kısma dâhildir ve onlar da nazır birer müşahittir. Şimdi diyeceksiniz ki:

— Hayvanat, kudret-i İlahiyenin icraatına nasıl seyirci olabilir? Onların aklı mı var ki seyirci olabilsin? Her söz bir delil ister, sen de bu sözüne delil göster.

Bu fakir der ki: Bir değil, çok delil gösterebilirim:

Birinci delilimiz Neml suresinin 16. ayetidir. Bu ayette Hz. Süleyman (a.s.) şöyle diyor:

عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ  “Bize kuş dili öğretildi.”

Bu ayetin açık beyanıyla, Hz. Süleyman kuşlarla konuşabiliyor ve onların lisanını anlayabiliyordu. Demek, kuşların manalı sözleri var. Eğer sözlerinde bir mana olmasaydı Hz. Süleyman onlarla ne konuşacaktı? Manasız sesler çıkaranla konuşulur mu? Konuşulmaz.

İşte Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması ispat eder ki kuşların manalı sözleri vardır. Manalı söz söyleyebilmek için de hadisatı bir parça anlayabilmek lazım.

İkinci delilimiz Neml suresinin 21 ve 25. ayetleri arasıdır. Bu ayetlerde Hz. Süleyman (a.s.) ile hüdhüd kuşu arasında geçen bir konuşma anlatılır. Şöyle ki: Hz. Süleyman kuşları teftiş eder. Hüdhüd kuşu bu teftişte yoktur. Şimdi, bu sahneyi Kur’an’ın ayetleriyle takip edelim:

Hz. Süleyman dedi ki:

— Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Ona şiddetli bir şekilde azap edeceğim yahut keseceğim ya da bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek.

Çok geçmeden hüdhüd gelip dedi ki:

— Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru bir haber getirdim. Onlara hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp Güneş’e secde ettiklerini gördüm. Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidayet bulamıyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmiyorlar. (Neml 21–25)

Bu okuduğum ayetleri bir peygamber değil, hüdhüd kuşu söylüyor. Allah’ı “Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen” diye vasfediyor. Şimdi şunu soruyorum:

— Allah’ı böyle vasfedebilen bir kuş, Allah’ın kudretinin icraatına niçin nazır bir seyirci olamasın ve bu vazifeyi niçin yapamasın?

Bu meseledeki üçüncü delilimiz Neml suresinin 18. ayetidir. Bu ayetinin beyanıyla, Hz. Süleyman (a.s.) ve ordusu vadiye girdiklerinde bir karınca şöyle seslenir:

يَا أَيُّهَا النَّمْلُ اُدْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لاَ يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لاَ يَشْعُرُونَ   

“Ey karıncalar! Evlerinize girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin.”

Bakın, karınca Hz. Süleyman’ı tanıyor. Ordusunun kendilerini ezebileceğini biliyor ve karıncalara “Evlerinize girin.” diyor.

— Bunu yapabilen bir karınca, Allah’ın kudretinin icraatına niçin nazır bir seyirci olamasın ve bu vazifeyi yapamasın?

Elbette marifetullah ilmini tahsil eden bir insan gibi ya da melekler gibi tefekkür edemezler. Ancak Allah’ın ilhamı sayesinde seyircilik vazifesini pekâlâ eda edebilirler.

Bu meseledeki dördüncü delilimiz şu: Üstad Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimiz (a.s.m.)’ın mucizelerini anlatırken kurt hadisesini şöyle naklediyor:

— Bir kurt keçilerden birisini tutmuş. Çoban kurdun elinden kurtarmış. Kurt demiş ki: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Ne acayip, kurt konuşur mu?” Kurt ona demiş: “Acip senin hâlindedir ki bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.” Çoban kurda demiş: “Ben gideceğim. Fakat kim benim keçilerime bakacak?” Kurt demiş: “Ben bakacağım.” Çoban çobanlığı kurda devredip gelmiş, Resul-ü Ekrem (a.s.m.)’ı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş. Kurdu çoban olarak bulmuş, zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş çünkü ona üstatlık etmiş.

Üstadımız bu hadisenin senedini 19. Mektup’ta vermiş. Ben sözü uzatmamak için bu kısmı atladım. Şimdi sorum şu:

— Bir kurt Allah’ın ilhamı sayesinde Peygamberimizi tanıyor ve çobana üstatlık yapıyor. Bunu yapabilen kurt, Allah’ın kudretinin icraatına niçin nazır bir seyirci olamasın? Bu vazifeyi niçin yapamasın?

Bu meselenin delilleri çoktur. Sözün uzayacağından korkmasam çok fazlasını nakledebilirim. Ama herhâlde bu kadarı yeter. Hatta sadece hüdhüd kuşunun kıssası yeter. Tabii bu mesele imani bir meseledir. Biz Kur’an’a ve hadise iman ederiz, verdiği haberi de kabul ederiz. İmanı olmayanın itirazına da ehemmiyet vermeyiz.

Şimdi biraz da “evâmir-i tekviniye” hakkında konuşalım:

Cenab-ı Hakk’ın iki tane şeriatı vardır:

Birisi: Kelam sıfatından gelen şeriatıdır. Bu şeriat, evâmir-i Kur’an’iye ve evâmir-i Nebeviyeden oluşur. Yani Kur’an’ın ve Peygamberimiz (a.s.m.)’ın emirlerinden oluşur. İnsanın maddi ve manevi hayatını tanzim eder.

Allah’ın ikinci şeriatı ise: Kelam sıfatından değil, kudret sıfatından gelen evâmir-i tekviniyedir. Şu âlemde hükümferma olan kanunlardan oluşur. Bu şeriata “âdetullah” da denir.

Her bir sebep -ister hayat sahibi olsun ister cansız olsun- ve âlemdeki her bir mahluk, bu evâmir-i tekviniyeden kendi hissesine düşen kısma itaat eder. İşte onun bu itaati ibadetidir. Buna göre:

– Tavuğun bir ibadeti yumurtlamaktır. Evâmir-i tekviniyeden kendisine bu vazife düşmüştür.

– İneğin bir ibadeti süt vermektir. Evâmir-i tekviniyeden hissesi budur.

– İpek böceğinin bir ibadeti ipek dokumaktır. Ona bu vazife düşmüştür.

– Hz. Azrail’in bir ibadeti ruhların alınmasına nezarettir. Evâmir-i tekviniyeden hissesine bu düşmüştür.

– Hz. Mikâil’in bir ibadeti tabiat olaylarına nezarettir, seyir ve temaşadır. Ve hakeza…

İnsanın ibadeti, evâmir-i Kur’an’iyeye ve evâmir-i Nebeviyeye itaat olduğu gibi, mahlukatın ibadeti de evâmir-i tekviniyeye itaattir. Yani şeriat-ı tekviniyenin kendisine yüklediği vazifeyi yapmaktır.

Üstadımız meseleyi şöyle tamamladı: Demek, esbab ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vazedilmiş birtakım vasıtalardır.

Cenab-ı Hak, ağaç olmadan meyveyi bize yedirebilirdi. İnek olmadan sütü bize içirebilirdi. İpek böceği olmadan ipeği bize giydirebilirdi. Güneş olmadan bizi aydınlatabilir, hava olmadan bizi yaşatabilirdi. Lakin böyle yapmadı, sebeplerle iş gördü, sebepleri kendisine perde yaptı.

Üstadımız mezkûr cümlede, Allah’ın sebeplerle iş görmesinin iki hikmetini beyan ediyor:

Birinci hikmet: Kudretin izzetini izhar etmektir. Bunun manası şudur:

Şu âleme dikkatle baksanız, şuna şahit olursunuz: Allahu Teâlâ en âli şeyleri en adi sebeplerle yaratıyor.

– Bal gibi üzümü, kuru asmadan çıkarıyor.

– Balı, zehirli bir böceğin karnında pişiriyor.

– Lezzetleri farklı, renkleri farklı, şekilleri farklı olan meyveleri ağacın dalında yaratıyor.

– Koca incir ağacını çekirdeğinden halk ediyor.

– Küçük bir âlem olan insanı bir damla sudan icat ediyor.

– Yağmuru buluttan, civcivi yumurtadan, nebatatı siyah topraktan çıkarıyor.

Bunlar gibi, en âli neticeyi en adi sebebin eline takıyor. Bununla da kudretinin izzetini izhar ediyor.

Bu faaliyetleri seyreden insan, Allah’ın kudretinin büyüklüğü karşısında hayretle ve muhabbetle secde etmelidir.

Demek, sebeplerin basit ve adi olmasındaki hikmet, Allah’ın kudretinin izharı içinmiş. Zira sebep ne kadar âciz, cahil ve basit olursa, ondan çıkartılan neticede kudretin gözükmesi o kadar büyük olur.

İşte bu sırdan dolayı, dağ gibi bir ağaç çekirdekten çıkartılıyor. Renkleri farklı çiçekler basit tohumlardan yaratılıyor. Hayvanat nutfe ve yumurtalardan icat ediliyor. Allah bunlarla kudretinin izzetini izhar etmek istiyor.

Sebeplerin vazedilişindeki ikinci hikmet, rububiyetin izzetini izhar etmektir.

Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.

Mesela bir kuşu ele alalım:

– Kuşun yaratılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona uçmanın öğretilmesi; yolunun ilham edilmesi; yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Ona bir şekil ve suret verilmesi; vazifesinin öğretilmesi; duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Rızıklandırılması; hâlden hâle sokulup son şeklini alması; vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.

Bunlar gibi, kuşun üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır.

Şimdi de ağaçlar üzerinde bir tefekkür yapalım:

Çekirdek sebep, ağaç ise neticedir. Başka bir cihetten bakarsak: Ağaç sebep; üzerindeki meyve, çiçek ve yapraklar neticedir. 60 binden fazla ağaç türü vardır. Şimdi şunu tefekkür edelim:

– Her birinin şekli farklı.

– Elbisesi farklı.

– Çiçeği farklı.

– Yaprağı farklı.

– Meyvesi farklı…

– Hiçbiri başkasıyla karıştırılmıyor. Elma ağacından üzüm çıkmıyor. Ayva ağacına incir ağacının yaprakları takılmıyor. Armudun tadı muzun tadına karışmıyor.

– Hiçbir karışıklık, eksiklik ve kusur yok. Ve bu 60 bin çeşit ağacın yüz milyonlar ferdi var.

– Bütün bu ağaçlar, birbirine maddeten benzeyen çekirdek ve tohumlardan yaratılmış.

– Ne tohum ve çekirdeklerden çıkan ağaçlar birbirine benziyor ne de ağaçların yaprak, çiçek ve meyveleri birbirine benziyor.

İnsan bunu görünce ne demeli?

Sübhanallah, Teâlallah, Mâşâallah, Allahu Ekber demeli…

İşte sebeplerin yaratılması, rububiyetin bu haşmetini izhar etmek ve kişiye “Sübhanallah” dedirtmek içindir.

Şimdi de hayvanatı düşünelim:

Dünyada kaç çeşit hayvan olduğunu bilim adamları hesap edemiyor. 20 milyonla 100 milyon arasında değişen rakamlar söylüyorlar. Hadi biz en azını esas alalım ve 20 milyon diyelim.

– Bu hayvanların milyarlarca ferdi var ve hepsi -maddeten birbirine benzeyen- nutfe ve yumurtalardan yaratılmış.

– Her bir ferdin elbisesi farklı.

– Sureti farklı.

– Vücudu farklı.

– Terbiyesi farklı.

– Cihazları farklı.

– Yaşam süreleri farklı…

– Bu kadar farklılıklar içinde hiçbir karışıklık yok. Her birine kendine mahsus bir elbise dikilmiş.

– Kendine mahsus bir suret verilmiş.

– Kendine mahsus cihaz ve duygularla donatılmış.

– Kendine mahsus bir boyayla boyanmış ve hakeza…

– Hiçbir karışıklık, hiçbir eksiklik göremezsiniz. Kartala sinek kanadı takılmamış; aslan zürafa rengine boyanmamış; kuşlar yüzmeye, balıklar uçmaya çalışmıyor.

– Ve bu harikulade varlıklar yumurta ve nutfelerden çıkarılmış…

İşte bu faaliyet-i acibede Allah’ın rububiyetinin haşmeti gözüküyor ve seyredene “Sübhânallah” dedirtiyor.

Sebeplerin vazedilmesindeki ikinci hikmet işte budur: Rububiyetin haşmetini izhar!

Risale-i Nur tefekkürle okunması gereken bir eserdir. Cümleleri hızlıca geçmeyin. Okuyun, anlayın, üzerinde derinlemesine tefekkür edin, sonra geçin. Amaç sadece anlamak değil, mananın boyasıyla boyanmaktır.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin