28. Hem ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan…
Bu dersimizde Kur’an’ın tarifinin otuz birinci maddesini mütalaa edeceğiz:
Hem ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. (İşârâtü’l-İ’caz)
(Muhat: Çevrilmiş, kuşatılmış / Hikmet-feşan: Hikmet saçan)
Kur’an’ın ism-i a’zam’dan gelmesini 24. dersimizde mütalaa etmiştik. Dersleri sırasıyla okumayanların olabileceğini düşünerek aynı mütalaayı burada tekrar etmeyi uygun buluyoruz. Velev ki o makamda okunsa dahi meselelerin tekrarı güzeldir ve bilgilerin kişide meleke hâline gelmesini sağlar.
İlk önce ism-i a’zam nedir, bu ifadeyi anlamaya çalışalım:
Esmâ-i hüsna ile ilgili kitaplarda bahsi geçen konulardan biri de ism-i a’zam meselesidir. İsm-i a’zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Hangi ismin ism-i a’zam olduğunu belirleme çabası daha ilk dönemlerden itibaren başlamıştır.
İmam Taberî, İmam Eş’arî ve Bâkıllânî Hazretleri başta olmak üzere bir kısım âlimler, belirli bir isme “en büyük” nitelemesini yapabilmek için naklî veya akli bir delil bulunmadığı görüşündedirler. Bu âlimlere göre, bir ism-i a’zamdan bahsedilemez.
Diğer âlimler ise Allah’ın isimleri arasında bir ism-i a’zamın olduğunu söylemişler ve hangi ismin ism-i a’zam olduğu hakkında on dört farklı isim beyan etmişler. Bu on dört farklı ismin söylenmesi de aslında bu mevzuda bir belirsizliğin olduğu ve konuyla ilgili kesin bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Mesela:
– Hz. Ali Efendimize göre, ism-i a’zam tek bir isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs isimlerinden ibaret altı isimdir.
– İmam-ı Âzam Hazretlerine göre, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir.
– Şeyh Geylânî Hazretlerine göre, Hayy ismidir.
– İmam-ı Rabbânî Hazretlerine göre ise Kayyum ismidir.
Görüldüğü gibi, İslam âlimleri ism-i a’zamı farklı isimlerde bulmuştur. Belki de her birinin hususi âleminde tecelli eden ism-i a’zam değişik olmuş ve bu sebeple her biri kendi hususi âleminde tecelli eden ism-i şerifi ism-i a’zam kabul etmiştir.
Üstad Hazretleri bu belirsizliğin hikmetini şöyle izah etmektedir:
“İnsanlarda veli, cumada dakika-i icâbe, ramazanda Leyle-i Kadir, esmâ-i hüsnâda ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)
Bu belirsizliğe rağmen, ism-i a’zam konusunda en kuvvetli görüş ism-i a’zamın “Allah” ism-i şerifi olduğudur. Bu konuda Üstadımız da bu görüşü kabul ederek şöyle demektedir:
“Evet, Zat-ı Akdes’in alem-i zatîsi ve en âzami ismi olan lafzullahtan sonra…” (28. Mektup)
“Lafzullah sair esma ve sıfata camiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla…” (29. Mektup)
Bizler ism-i a’zam ile ilgili diğer detayları ilgili kitaplara havale ediyoruz. Daha fazlasını merak edenler ilgili eserleri okuyabilirler.
Şimdi, meselemiz olan, “Kur’an’ın ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul etmesi” cümlesine dönelim:
Buradaki ism-i a’zam ile kastedilen Cenab-ı Hakk’ın “Allah” ismidir. Kur’an, “Allah” ism-i şerifinden gelmiştir. Peki, bunun anlamı nedir?
Bunun anlamı On İkinci Söz’de iki misalle anlatılmaktadır. Hülasası şudur:
Nasıl ki bir padişahın iki türlü konuşması vardır:
Birisi: Hususi bir meselede, hususi bir muameleyle, hususi bir raiyyeti ile konuşmasıdır.
Diğeri: Saltanatı ve hilafeti makamında, has bir elçisiyle, umuma dair bir meseleyi konuşması ve emretmesidir.
İşte Kur’an, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Cenab-ı Hakk’ın, hususi bir ismi ile değil, ism-i a’zamı olan “Allah” ism-i şerifiyle insanlara bir hitabı ve konuşmasıdır. Hâlbuki bir veliye kalp telefonu vasıtasıyla ve ilham yoluyla konuşması hususi bir ismi ile görüşmesidir. Yani bir veliyle,
– Rabbü’l-âlemin (âlemlerin rabbi),
– Sultan-ı Ezel ve Ebed (ezelin ve ebedin sultanı),
– Hâlıku külli şey (her şeyin yaratıcısı),
– Fâtiru’s-semavati ve’l-arz (semavatın ve arzın fâtırı) gibi isimlerle konuşmamakta, belki hususi bir ismiyle konuşmaktadır.
Kur’an’da ise Cenab-ı Hak, ism-i a’zamı olan Allah ism-i şerifiyle ve bu ismin içine aldığı bütün isimler cihetiyle konuşmaktadır.
Dilerseniz, “Allah ismiyle konuşmak” ve “başka bir ismiyle konuşmak” ifadelerini biraz daha mütalaa edelim:
Bir kumandan düşünelim:
– Bu kumandan evladına karşı babalık sıfatıyla konuşur.
– Eşine karşı kocalık sıfatıyla konuşur.
– Komşusuna karşı komşuluk sıfatıyla konuşur.
– Anne ve babasına karşı evlatlık sıfatıyla konuşur.
– Kardeşine karşı ağabeylik ve kardeşlik sıfatlarıyla konuşur ve hakeza…
Kumandanın, konuştuğu her bir kişiye karşı farklı bir vechi ve farklı bir sıfatı vardır. Aynı kumandan kışlaya girdiği zaman askerlerle ne babalık, ne kocalık, ne kardeşlik, ne komşuluk, ne de başka bir sıfatla konuşur; o kumandan kışlaya girdiğinde artık kumandanlık sıfatıyla konuşur ve bir “Arş!” emriyle yüz binleri harekete geçirir.
İşte aynen misaldeki kumandan gibi, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Cenab-ı Hak da mahlukatıyla farklı farklı isim ve sıfatlarıyla konuşur. Kur’an ise ism-i a’zam olan Allah ismiyle bir konuşması ve mükâlemesidir.
Şimdi de meseleyi başka bir örnek üzerinde tefekkür edelim:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sahabesine bir meseleyi emrettiğinde, sahabe-i kiram bazen şöyle derdi:
— Ey Allah’ın Resulü, bu emrettiğin vahiy midir yoksa senin şahsi görüşün müdür? Eğer senin sözün ise bizim de bu meselede şöyle bir görüşümüz var…
Yani sahabeler şöyle demek isterdi:
— Ey Allah’ın Resulü, sen şu anda bizimle risalet-i Ahmediye makamında ve Resul-ü Ekrem sıfatınla mı konuşuyorsun? Yani bu dediklerin risalet ve nübüvvet makamında sana vahyedilen sözler midir? Eğer öyleyse alerre’si ve-l ayn (başımız gözümüz üstüne) biz hepsini kabul eder ve itaat ederiz. Ancak eğer sen risalet-i Ahmediye makamında vahye mazhar olan kimliğin ile değil, beşeriyet makamında konuşuyorsan, bizlerin de bu meselede şöyle bir görüşü var; bunun hakkında ne dersin…
İşte sahabeler, Peygamberimizin bütün emirlerine -vahy-i İlahiyeye mazhar olması ve risalet ve nübüvvet makamında bulunması sebebiyle- kayıtsız ve şeksiz itaat ederlerdi. Bununla birlikte, Peygamberimizin beşeriyet sıfatıyla yaptığı tavsiyelere karşı da bazen başka tavsiyeler getirirlerdi.
Demek, bir beşerin bile farklı farklı sıfatlarla konuşması olabiliyor. Ve konuşurken bulunduğu makama ve konuşurken taşıdığı sıfata göre sözünün kuvveti artıyor veya eksiliyor.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın da mahlukatına karşı hadsiz ve sınırsız sıfatlarıyla bir konuşması ve mükâlemesi vardır. Kur’an ise hususi bir sıfatla konuşması olmayıp, Rabbü’l-âlemin ünvanıyla ve ism-i a’zamı olan Allah ism-i şerifiyle bir hitabı ve bir mükâlemesidir.
Şimdi, mütalaasını yaptığımız cümleyi bir daha okuyalım:
Hem ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. (İşârâtü’l-İ’caz)
Kur’an’ın ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul etmesini mütalaa ettik. Şimdi de Kur’an’ın Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakması ve teftiş etmesi meselesini mütalaa edelim:
Arş-ı A’zam mahiyetini tam bilmediğimiz bir mekândır. Kur’an’da ve hadislerde varlığı beyan edilmekle birlikte, mahiyetinden çok bahsedilmemiştir. Bütün âlem-i kevni kaplayan bir mekân olarak bilinir. Hatta “Cennetin sakfı (tavanı) Rahman’ın arşıdır.” hadis-i şerifine göre, Arş cenneti dahi ihata etmiştir.
Buna göre, Kur’an’ın Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakması ve teftiş etmesi Arş’ın kapladığı bütün mekânlardan haber vermesidir. Yani Kur’an yıldızlardan, gezegenlerden, galaksilerden bahseder; Kürsî’den haber verir, Sidretü’l-müntehâ’ya baktırır; semavatın tabakalarında gezdirir; cenneti, cehennemi ve diğer uhrevi mekânları bildirir ve hakeza…
İşte Kur’an Arş-ı A’zam’ın kapladığı yerlerden haber vermekle, Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddes olur.
Bundan da hakikate şöyle bir kapı açılır:
İnsan bilmediği yerleri görmüş gibi anlatamaz ve oralardan haber veremez. Kur’an Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan yerlerden haber veriyor ve oralardan bahsediyor. O hâlde Kur’an bir beşerin sözü olamaz. O mekânları bilmeyen ve o mekânlarda gezmeyen bir beşer Kur’an gibi bir kitap yazamaz. Kur’an olsa olsa bütün o âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sözü olabilir.
Üstadımız Kur’an hakkında “Hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.” dedi. Hikmet-feşan “hikmet saçan” demektir. Üstadımız Kur’an’ın tarifinin 13. cümlesinde “Nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi” demişti. 17. cümlesinde de “Hem bir kitab-ı hikmet” buyurmuştu. Bizler Kur’an’ın hikmet-feşan bir kitap olduğunu bu iki derste mütalaa etmiştik. Dileyenler bu dersleri tekrar okuyabilirler.
Dersimizi burada tamamlayalım. Bu dersimizde şu cümlenin mütalaasını yaptık:
Hem ism-i a’zam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı A’zam’ın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. (İşârâtü’l-İ’caz)
Yazar: Sinan Yılmaz