13. Ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.
Bu dersimizde Kur’an’ın tarifinin on üçüncü maddesini mütalaa edeceğiz:
Ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi… (İşârâtü’l-İ’caz)
Felsefe eşyaya mana-yı ismîyle bakmış, hikmet-i hakikiyeyi keşfedememiş ve tabiat bataklığında boğulmuş.
Kur’an ise eşyaya mana-yı harfîyle bakmış, hikmet-i hakikiyeyi keşfetmiş ve “Ne güzel!” demeye bedel, “Ne güzel yapılmış!” demiş.
Üstad Hazretleri bu meseleyi On İkinci Söz’de öyle bir beyan etmiş ki üstüne bir beyan olamaz. Bu beyanı nakille, Kur’an’ın nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi olduğu bahsini mütalaa edelim. (Osmanlıca kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve kelimeleri altına yazarak ilerledik. Kelimelerin manasını sayfanın altına yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
(Hikmet-i Kur’aniye: Kur’an’a mahsus hikmet / Hikmet-i fenniye: Felsefe)
Bir zaman hem dindar hem gayet sanatkâr bir hâkim-i namdar istedi ki Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O muciznüma kamete harika bir libas giydirilsin.
(Hâkim-i namdar: Nam sahibi hâkim / Maânî: Manalar / İ’caz: İnsanların Kur’an’ın benzerini getirmekten âciz kalmaları / Şayeste: Layık / Muciznüma: Mucize gösteren / Kamet: Boy bos, endam / Libas: Elbise)
İşte o nakkaş zat Kur’an’ı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikinin tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nevini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına o sûrî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan pek kıymettar bir antika olmuştur.
(Nakkaş: Süsleme sanatkârı, nakış yapan / Hakaik: Hakikatler / Tenevvü: Çeşitlilik / Mücessem: Somut / Lü’lü: İnci / Münakkaş etme: Nakışlama, süsleme / İstihsan etme: Beğenme, güzel bulma / Sûrî: Zahirî, dış görünüşe ait)
Sonra o hâkim, şu musanna ve murassa Kur’an’ı, bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe hem mükâfat için emretti ki: “Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”
(Musanna: Sanatla yapılmış / Murassa: Süslü, mücevherli)
Evvela o feylesof, sonra o âlim ona dair birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’an’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin çendan Arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu sanatlara göre eserini yazdı.
(Hâsiyet: Özellik / Müzeyyen: Süslü, ziynetli / Münakkaş: Nakışlanmış, süslenmiş / Çendan: Her ne kadar)
Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki o, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî daha gâlî daha latif daha şerif daha nâfi daha câmi… Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
(Tezyinat-ı zahirî: Dış görünüşte bulunan süslemeler / Huruf: Harfler / Nukuş: Nakışlar / Gâlî: Kıymetli / Nâfi: Faydalı)
Sonra ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşana takdim ettiler. O hâkim evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur’an’ı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
(Hâkim-i zîşan: Şan sahibi hâkim / Hodpesend: Kendini beğenen / Hâkim-i hakîm: Hikmet sahibi hâkim)
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir teliftir. “Aferin, bârekellah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altın verilsin.” irade etti.
(Müdakkik: Dikkatle inceleyen)
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri Kur’an ve şakirtleridir.
(Müzeyyen: Süslü / Musanna: Sanatla yapılmış)
Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.
(Âyât-ı tekviniye: Yaratılışa ait deliller)
Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata mana-yı harfî nazarıyla yani onlara Sâni hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor.” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.
(Sâni: Sanatkâr)
Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına mana-yı harfî ile yani Allah hesabına bakmak lazım gelirken öyle etmeyip mana-yı ismî ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. Ne güzel yapılmışa bedel, ne güzeldir der; çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder.
(Huruf-u mevcudat: Büyük bir kitap olan kâinatın, harfleri hükmündeki varlıklar / Müşteki: Şikâyetçi)
Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. (On İkinci Söz, Birinci Esas)
Üstad Hazretleri meseleyi gerçekten çok bedî bir şekilde izah etmiş. Daha üstüne konuşmaya ve sözü uzatmaya gerek yok. On İkinci Söz’deki bu izahı, mütalaasını yaptığımız cümlenin şerhi olarak kabul ediyor ve bu izahı bir daha okumanızı ve üzerine tefekkür etmenizi ısrarla tavsiye ediyorum. (On İkinci Söz’ün mütalaasına, sitemizin “PDF indir” linkinden ulaşabilirsiniz.)
Bu dersimizde şu cümlenin mütalaasını yaptık:
Ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi… (İşârâtü’l-İ’caz)
Yazar: Sinan Yılmaz