2. Ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.
“Kur’an Nedir? Tarifi Nasıldır?” sorusunun cevabına başlamış ve birinci maddeyi mütalaa etmiştik. Bu dersimizde ikinci maddeyi mütalaa edeceğiz. Üstad Hazretleri ikinci maddeyi şöyle beyan ediyor:
Ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi… (İşârâtü’l-İ’caz)
(Âyât-ı tekviniye: Yaratılışa ait ayetler / Mütenevvi: Çeşitli)
Önceki derste beyan ettiğimiz meseleyi makam münasebetiyle tekrar edelim:
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı kitabı ve her kitabında da kendine mahsus ayetleri vardır. Birinci kitabı Kur’an-ı Hakîm’dir. Bu kitap kelam sıfatından gelmiş olup, içindeki her bir cümlesi bu kitabın bir ayetidir.
İkinci kitap ise kâinat kitabıdır. Bu kitap kudret sıfatından gelmiş olup, içindeki her bir mahluk da bu kitabın bir ayetidir. Dağ bir ayettir, deniz bir ayettir, bulut bir ayettir; kuş, balık, ağaç bir ayettir; her varlık bir ayettir.
Kur’an kitabının ayetlerine “âyât-ı Kur’aniye” denir. Kâinat kitabının ayetlerine de “âyât-ı tekviniye” denir.
Tekviniye: Yaratılışa ait, yaratılışla alakalı demektir. Kâinattaki ayetler Allah’ın tekvin sıfatıyla vücut buldukları ve her biri Allah’ın varlığına delil oldukları için bu ismi almıştır.
Bu, âyât-ı tekviniyenin bir cihetidir. Ancak Üstadımızın mezkûr cümlesinde kastettiği “âyât-ı tekviniye” bu değildir. Zira Üstadımız diyor ki: Âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi diller…
Bu ifadeden şunu anlıyoruz: Mevcudatın kendisi bu makamda “âyât-ı tekviniye” değil, âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi diller…
Yani şu kâinata bir mescid gözüyle bakılsa, bu mescitteki her varlık bir kârî (Kur’an okuyucusu) ve bir zâkir olur ki her biri kendine mahsus bir lisanla âyât-ı tekviniyeyi okuyor. Kur’an da mevcudatın mütenevvi dillerle okuduğu bu âyât-ı tekviniyeyi tercüme ediyor.
Demek, her bir varlığa iki cihetten bakabiliriz:
1. Kudret kalemiyle yazılmış bir ayet-i tekvineyidir.
2. Âyât-ı tekviniyeyi okuyan bir kârîdir ve bir zâkirdir.
Üstadımızın, “Âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi diller” ifadesiyle kastettiği mana bu ikinci manadır. Buna göre, bütün mevcudat kendilerine mahsus dillerle âyât-ı tekviniyeyi okuyor; Kur’an ise onların bu sözlerini tercüme ediyor.
Bu makamda akla şöyle bir soru gelebilir:
— Peki, mevcudatın âyât-ı tekviniyeyi okuması ve Kur’an’ın bunu tercüme etmesi ne demektir?
Dilerseniz meseleyi biraz somutlaştıralım. Bu sayede anlaşılması daha kolay olacaktır:
Bu fakir kardeşiniz bazen tefekkürî bir ibadet yapmak için boynunu büküyor, gözlerini kapatıyor ve kâinat mescidinin kapısını çalıyor. Kâinat mescidinin kapısı da ona açılıyor. Görüyor ki içindeki her bir mahluk Kur’an okuyor. Fakir de onların bu sözlerine kulak veriyor; o dahi onlarla birlikte aynı ayetleri okuyor.
Şimdi biraz gezelim; eşyanın nasıl Kur’an okuduğunu görelim:
Dağdan yuvarlanan bir taşa bakıyorum. O Taş:
وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ
“O taşlardan öyleleri vardır ki Allah korkusuyla aşağıya yuvarlanır.” (Bakara 74) ayetini okuyor; kendisinin dahi Allah korkusuyla yuvarlandığını söylüyor.
Sonra kayanın arasından akan bir suya bakıyorum. O su:
وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء
“O taşlardan öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar.” (Bakara 74) ayetini okuyor. Ben dahi ona eşlik ediyor ve aynı ayeti tilavet ediyorum.
Sonra uçan kuşlara bakıyorum. Kuşlar:
أَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَاء مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلاَّ اللَّهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Emre itaatkâr kılınmış bir hâlde gökyüzünde uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah’tan başkası tutamaz. Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl 79) ayetini okuyor. Ben dahi “Evet, ancak Allah tutar.” diyerek onları tasdik ediyorum.
Sonra dağlara bakıyorum. Dağlar:
وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا
“Dağları da birer kazık kılmadık mı?” (Nebe 7) ayetini okuyor. Ben de aynı tilavetle onlara iştirak ediyorum.
Sonra yanıma bir bal arısı geliyor. “Beni de dinle, ben de Kur’an okuyorum.” diyor ve şu ayeti okuyor:
وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin…” (Nahl 68)
Sonra develer, inekler, keçiler ve koyunlar âleminin kapısı açılıyor. Beni içeri davet ediyorlar. Onları dahi lisan-ı hâlleriyle Kur’an okurken görüyorum:
وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُم مِمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ
“Deve, inek, koyun ve keçide sizin için elbette ibretler vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz.” (Nahl 66) ayetini okuyorlar.
Sonra Güneş’e kulak veriyorum. Güneş:
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
“Güneş de bir delildir ki kendi yörüngesinde akıp gidiyor. İşte bu, aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yasin 38) ayetini okuyor. Ben de “Sadakte, doğru söyledin.” diyerek onu tasdik ediyorum.
Sonra Ay’a bakıyoruö. Ay:
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ
“Ay’a da menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür.” (Yasin 39) ayetini okuyor. Ben dahi Ay’ın bu hâlini görüp, ayetin manasını hakka’l-yakîn tasdik ediyorum.
Birden başımın üzerinde bir sinek beliriveriyor. Diyor ki: “Beni de dinle. Ben de güzel Kur’an okurum.” Ben de ona kulak veriyorum:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ لَن يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِن يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا َلاَ يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ
“Ey insanlar! Bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin: Allah’ı bırakıp da taptıklarınız bir araya gelseler bir sineği bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa onu da kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âcizdir.” (Hac 73) ayetini okuyor. Ben de “Âmennâ ve saddeknâ” diyerek onu tasdik ediyorum.
Sonra bu kâinat mescidindeki bir ağaca bakıyorum. Onu dahi Kur’an okurken görüyorum. O Ağaç:
الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِنَ الشَّجَرِ الأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنتُم مِنْهُ تُوقِدُونَ
“O Allah ki yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkarıyor. Siz de yakacaklarınızı ondan yakıp tutuşturuyorsunuz.” (Yasin 80) ayetini okuyor.
Sonra ağacın meyvesi, “Beni de dinle. Sadece ağacım değil, ben dahi Kur’an okurum.” diyor. O güzel sesiyle:
يُنْبِتُ لَكُم بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالأَعْنَابَ وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Allah sizin için o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir topluluk için büyük bir ayet vardır.” (Nahl 11) ayetini okuyor.
Sonra buluta, rüzgâra bakıyorum. Onları dahi Kur’an okurken görüyorum:
وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
“Rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” (Bakara 164) ayetini okuyor.
Ben daha kâinat mescid-i kebirinde hayalen çok geziyorum. Ve hangi eşyayı görsem, onu Kur’an okurken, âyât-ı tekviniyeyi okurken buluyorum. Ben dahi onlarla birlikte aynı ayetleri okuyorum. Sizleri sıkmamak için uzun seyahatimi kısa kestim.
Sözün özü: Kâinat Kur’an’ı okuyor; Kur’an da onların dillerini tercüme ediyor. Demek, her iki kitap da aynı şeyi söylüyor.
Fakir der ki: Kim ki Kur’an’a vâkıf ola, kâinatı böyle Kur’an okurken dinleye…
Mezkûr cümleyi şimdi bir daha okuyalım: Ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.
Yaptığımız izahla anlaşıldı ki: Şu kâinattaki her bir mahluk âyât-ı tekviniyeyi -lisan-ı hâliyle- okuyan bir kârî ve bir zâkirdir. Kur’an da bu mütenevvi dillerle okunan âyât-ı tekviniyeyi tercüme etmektedir.
Kur’an’ın bu vasfını şununla anlayın ki: Biraz evvel anlattığım hayalî seyahati bana yaptıran Kur’an’dır; Kur’an’ın mevcudatın sözlerini tercüme etmesidir. Eğer ben Kur’an’dan bu dersi almasaydım, eşyayı böyle Kur’an okur bir vaziyette göremez ve seslerini duyamazdım.
Hem bu hayalî seyahat, Risale-i Nur’un bizlere verdiği dersin tatlı bir meyvesi ve hakiki bir talimidir.
Şu nokta üzerinde de biraz duralım:
Üstad Hazretleri Kur’an hakkında “tercüman-ı ebedî” ifadesini kullandı. Bir önceki cümlede ise “tercüme-i ezeliye” demişti. Kur’an’ın ezelî olmasını önceki derste izah etmiştik.
— Peki, Kur’an’ın “ebedî” olmasının manası nedir?
Elcevab: Kur’an-ı Hakîm ebed memleketi olan cennette Allah tarafından okunacağı için “ebedî” olmakla vasfedilmiştir. Demek Kur’an, Allah’ın hem ezelî hem de ebedî kelamıdır.
Kur’an’ın cennette okunacağına şu hadis-i şerif delildir:
إِنََّ أَهْلَ الْجَنَّةِ Şüphesiz ki cennet ehli يَدْخُلُونَ كُلََّ يَوْمٍ مَرَّتَيْنِ عَلَى الْجَبَّارِ تَعَالَى günde iki kere Cebbar (olan Allah’ın huzuruna) girer. فَيَقْرَأُ عَلَيْهِمُ الْقُرْآنَ Allahu Teâlâ onlara Kur’an okur. فَاِذَا سَمِعُوهُ مِنْهُ Onlar Kur’an’ı Allahu Teâlâ’dan duyduklarında, كَأَنَّهُمْ لَمْ يَسْمَعُوهُ قَبْلَ sanki onu daha önce hiç duymamış gibi dinlerler. (Aliyyü’l-Müttekî, Kenzü’l-Ummal, IV, 39325)
Kur’an-ı Kerim ebed memleketi olan cennette Allah tarafından okunacağı için “ebedî” olmakla tavsif edilmiştir. Demek, Kur’an Allah’ın hem ezelî hem de ebedî kelamıdır.
Şu noktayı da hatırlatalım: Allah’ın kelamı sesten, harften, mahreçten münezzeh bir kelamdır. Bizler bu sıfatın varlığına iman eder ancak künhünü kavrayamayız. Dolayısıyla Allah’ın kelam sıfatını veya Kur’an okumasını beşerin konuşmasına asla benzetmemeli ve işin bu cihetiyle meşgul olmamalıyız.
Bizim itikadımız şudur: Allah kelam sıfatıyla muttasıftır. Çünkü konuşmamak bir kusurdur ki Allah bütün kusurlardan münezzehtir. Allahu Teâlâ zatına layık bir şekilde konuşur. Ancak bu konuşması beşerin konuşmasına benzemez. Biz bu sıfatın varlığına iman eder, künhünü ve mahiyetini ise asla kavrayamayız. Allah’ın konuştuğunu bilir, nasıl konuştuğunu bilmeyiz.
Zaten her şeyi bilmekle de mükellef değiliz. Sınırlı ve mahluk olan insan, sınırsız ve hâlık olan Allah’ın her sıfatını nasıl anlayabilir? Bu sıfatları nasıl ihata edebilir? Ve künhüne nasıl vakıf olabilir?
Uzun ve zor bir ders oldu. Böyle dersleri daha iyi kavramak için birkaç kez okumak gerekebilir. Mütalaasını yaptığımız cümleyi bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:
Ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi… (İşârâtü’l-İ’caz)
Yazar: Sinan Yılmaz