3. Birinci Nokta – 2. Ders
Birinci noktanın mütalaasına devam ediyoruz:
ثم أراد sonra istedi بعد ازالةِ izalesinden sonra تلك السقامةِ bu hastalığın أن يقتديَ tabi olmayı ببعضِ عُظماءِ اهلِ الحقيقة ehl-i hakikatin bir kısım büyüklerine المتوجهين الى الحقيقة hakikate yönelen بالعقل والقلب akıl ve kalple.
Sonra -bu hastalığın izalesinden sonra- hakikate akıl ve kalple yönelen ehl-i hakikatin bir kısım büyüklerine tabi olmayı istedi.
فرأى أنّ sonra gördü ki لكلٍ من اولئك العظماءِ o büyüklerden her biri için vardır خاصيّةً جاذبةً cazibedar bir özellik خاصةً به ona mahsus.
Sonra gördü ki: O büyüklerden her birinin kendine mahsus cazibedar bir özelliği var.
فتشوّش karıştı الامرُ iş عليه ona (Eski Said’e) في ترجيح tercihi hususunda بعضِهم على بعض onlardan bir kısmının bir kısmına.
Onlardan bir kısmını bir kısmına tercih hususunda iş ona (Eski Said’e) karıştı.
فتخطّر sonra hutur etti على قلبه kalbine بعد ما تصوّر hatırladıktan sonra… ( ما masdariye) ما o şeyi في مكتوبات الامامِ الربانيِّ İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında olan (o şey nedir) من أمره له غيبا gaybî olarak ona emridir ( من açıklama) (o emir de şudur) وحِّد القبلةَ tevhidi birle.
Sonra, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ındaki ona gaybî bir emir olan “Kıbleyi birle!” (emrini) hatırladıktan sonra kalbine hutur etti.
— Kalbine hutur eden şey nedir?
أنّ الاستاذَ الحقيقيَّ hakiki Üstad انما هو القرآنُ o ancak Kur’an’dır ليس الا başkası değil وأنّ توحيدَ القبلةِ ve kıblenin tevhidi انما يمكن ancak mümkün olur بأستاذيَّةِ القرآنِ فقط sadece Kur’an’ın üstatlığıyla.
(Kalbine şu mana hutur etti): Hakiki üstad, o ancak Kur’andır, başkası değil. Ve kıblenin tevhidi (yani kıbleyi birlemek) ancak sadece Kur’an’ın üstatlığıyla mümkün olur.
İzah: Bu hadise Bediüzzaman Hazretlerinin Mektubat’ında şöyle geçiyor:
Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ (Ölüm haktır.) kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti.
Gördü ki yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî (r.a.)’ın “Fütûhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ (Sen dârü’l-hikmettesin; önce kalbini tedavi edecek bir tabip ara.)
Aciptir ki o vakit ben Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye azası idim. Güya ehl-i İslam’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Hâlbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvela kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.
İşte Hazreti Şeyh bana der ki: Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara.
Ben dedim: Sen tabibim ol.
Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.
Fakat sonra ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaiptendir ki bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde Bediüzzaman lafzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektup” diye yazılı olarak gördüm. “Fesübhânallah” dedim. “Bu bana hitap ediyor.”
O zaman Eski Said’in bir lakabı Bediüzzaman idi. Hâlbuki hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Hâlbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki ona o iki mektubu yazmış. O zatın hâli benim hâlime benziyormuş ki o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: Tevhid-i kıble et. Yani birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.
Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum.
O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin membaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur’an-ı Hakîmdir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.
Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette layıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. (Mektubat)
Yazar: Sinan Yılmaz