3. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla…
On İkinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla yani onlara Sâni hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor.” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor. (12. Söz)
(Harf-i manidar: Manalı harf / Sâni: Sanatkâr / Cemal: Güzellik)
Mana-yı harfî ve mana-yı ismî kavramları Risale-i Nur’da çok yerde geçmektedir. Bu sebeple, bu makamda geniş bir mütalaa yapalım ve meseleyi tam tahkik etmeye çalışalım. İlk önce bu kavramları lügat cihetiyle bir tahlile tabi tutalım:
Arapçada kelime üç çeşittir:
1. İsim: Zamana bağlı olmayan varlıklara ad olan kelimelerdir. İsmin tek başına bir manası vardır.
2. Fiil: Zamana bağlı olarak bir iş, bir oluş, bir hareket bildiren kelimelerdir.
3. Harf: Tek başına tam bir anlamı olmayıp, bir isimle veya fiille yan yana geldiğinde anlam kazanan kelimelerdir. Bu harfi alfabenin harfleriyle karıştırmayalım. Buradaki harf bir kelimedir. Mesela: -de, -da manasındaki فِى ; -den -dan manasındaki مِنْ ; -e -a manasındaki اِلَى harf grubuna giren kelimelerdir.
Harf konusunda bilmemiz gereken bilgi şudur: Harfin tek başına bir manası yoktur. Sadece ismin ve fiilin başına gelerek onların manasını tamamlarlar. Başka bir ifadeyle: İsmin ve fiilin manasına hizmet ederler.
Bu tanımlara göre, mana-yı harfî demek, “harfî bir manayla; harf gibi tek başına hiçbir manası olmaması cihetiyle; başka bir manaya hizmet etmesi yönüyle…” demektir.
Mana-yı ismî ise “ismî bir manayla; isim gibi tek başına manası olması cihetiyle; başka bir manaya hizmet etmesi değil, kendine bakması yönüyle…” demektir.
Bu hâlde, eşyaya mana-yı harfî ile bakmak, eşyayı Arapçadaki harf gibi kabul edip, zatî bir manasının olmadığını, sadece Allah’a bakan cihetiyle bir manasının olduğunu kabul etmektir.
Evet, her bir varlık, kudret kalemiyle yazılan bir harf hükmündedir. Bu harf ancak Allahu Teâlâ hesabına mütalaa edilir. İsim değildir ki kendi hesabına bir mütalaası olsun.
Eşyaya mana-yı ismî ile bakmak ise Arapçadaki isim gibi kabul ederek zatî bir manasının var olduğunu kabul etmektir. Böyle kabul edildiğinde eşya üzerinde -tek başına bir manası varmış gibi- inceleme yapılır. Eşyanın kendisi anlaşılmaya çalışılır. Bu ise büyük bir hatadır.
Buraya kadar yaptığımız tahlil kavramların lügat manası üzerineydi. Şimdi konuyu biraz daha açalım:
Aynaya iki türlü bakışınız olabilir:
1. Aynaya kendinizi görmek için bakarsınız. Bu durumda asıl olan sizsinizdir. Ayna ise sadece sizi göstermeye bir vesiledir. Bu durumda, aynaya bakışınız asıl değil tebeîdir. Zira siz aynaya aynayı görmek için değil, kendinizi görmek için bakıyorsunuz. İşte aynaya bu bakışınız, mana-yı harfîyle bir bakıştır.
2. Aynaya bizzat ayna olduğu için bakarsınız. Yani aynayı inceler ve ondaki sanatı keşfetmeye çalışırsınız. Bu durumda, aynaya bakarken aynada yansıyan siz asıl değil, tebeî durumdasınızdır. Yani siz aynaya kendinizi görmek için değil, aynayı tanımak için bakıyorsunuz. İşte aynaya bu bakışınız, mana-yı ismîyle bir bakıştır.
Aynen bunun gibi, eşyaya da Allah hesabına, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi hesabına bakarsak, bu bakışımız mana-yı harfîyle bir bakış olur. Yok, sadece eşyayı tanımak ve onun özelliklerini öğrenmek için bakarsak, bu bakışımız mana-yı ismîyle bir bakış olur.
Şimdi dilerseniz meseleyi biraz daha somutlaştıralım. Mesela buluta ilk önce mana-yı ismîyle, daha sonra da mana-yı harfîyle bakalım. Aradaki farkı ve bu farkın cümlelere nasıl yansıdığını görelim:
Şimdi buluta mana-yı ismîyle bakıyorum:
Bulutların kaynağı yeryüzündeki göl, deniz, okyanus gibi su kaynaklarıdır. Su kaynaklarından buharlaşan çok minik boyuttaki su buharı yükselmeye başlar ve bulundukları ortamda nemin artmasına sebep olurlar. Havayı kuru hâlden daha nemli hâle getirirler. Su buharı yükseldikçe -hava basıncının azalmasından ve havanın soğumasından dolayı- büyümeye başlar ve mikro damlacıkları oluşturur. Çok miktarda damlacığın birleşiminden de yağmur damlası oluşur…
Buluta mana-yı ismîyle baktığımda bulutu böyle anlattım. Şimdi aynı buluta mana-yı harfîyle bakalım:
Bulutları yoktan yaratan Allahu Teâlâ’dır. Allahu Teâlâ “Hakîm” ism-i şerifi iktizasınca, yeryüzündeki göl, deniz, okyanus gibi su kaynaklarını buluta bir sebep yapmıştır. Allahu Teâlâ önce nihayetsiz kudretiyle su kaynaklarını buharlaştırır. Buharlaşan su yükselmeye başlar ki bu hadise “Râfi” isminin bir tecellisidir. Râfi “yükselten” demektir. Buharlaşan suyun yükselmesinde bu ismin bir tecellisi gözükmektedir.
Cenab-ı Hak buharlaşan suyu kudretine bir perde yapar ve nemi artırır, havayı kuru hâlden daha nemli hâle getirir. Allah’tan gafil olanlar bu işi buharlaşan suyun yaptığını zannederler. Hâlbuki buharlaşan su bir sebeptir ki arkasında olan Müsebbibu’l-Esbab’ı gösterir.
Daha sonra Allahu Teâlâ su buharını daha da yükseltir. Yükselttikçe de buhar büyümeye ve mikro damlacıklar emr-i Rabbânî ile oluşmaya başlar. Daha sonra da Allahu Teâlâ “Câmi” ism-i şerifinin bir tecellisiyle bu mikro damlacıkları bir araya getirir ve yağmur damlasını oluşturur. Yağmuru da hemen yağdırmaz. Kudretiyle bir müddet havada gezdirir. Ne vakit iradesi yağmurun yağmasına taalluk eder, işte o vakit yağmur yağar…
Bulutun oluşumuna mana-yı harfîyle baktığımızda anlatımımız bu oldu. Kelimeler değişti, bakış değişti, bulut Allah’ın esmasına bir ayna oldu.
Bir örnek daha verelim. Bir kelebeğe mana-yı ismî ve mana-yı harfî ile bakalım:
Kelebeğe mana-yı ismîyle baktığımızda şöyle anlatırız:
Kelebek; baş, göğüs, karın; göğsün altında üç çift bacak, gövdenin üstüne bağlı üst ve alt olmak üzere iki çift kanat ve başın üzerinde bir çift antenden oluşur. Göğüs ve karın sık ince tüylerle, kanatlar ise yan yana sıralanmış küçük pullarla kaplıdır ve kelebeğe rengini veren de bu pullardır…
Şimdi aynı kelebeğe mana-yı harfîyle bakalım:
– Bu kelebek yok idi var oldu. Varlığıyla Allah’ın Mûcid, Mübdi, Hâlık ve Mükevvin isimlerine ayna oldu.
– Allah bu kelebeğe hayat verdi. Hayatıyla Muhyi ismine ayna oldu.
– Allah bu kelebeği besledi. Beslenmesiyle Rezzak, Rahman, Mün’im, Münevvil ve Mukit isimlerine ayna oldu.
– Sanatlı vücuduyla Sâni ismine, hikmetli cihazlarıyla Hakîm ismine, suretiyle Musavvir ve Fettah isimlerine ayna oldu.
– Vücudunda onlarca maddenin toplanmasıyla Cami ismine, rengiyle Mülevvin ismine, diğer kelebeklere benzememesiyle Mufassıl ismine ayna oldu.
– Vazifesinin ve hayat şartlarının kendisine öğretilmesiyle Rab, Mülakkin ve Sâik isimlerine ayna oldu.
– Bir yumurtadan çıkartılmakla Falik ismine, her ihtiyacının karşılanmasıyla Rahim, Vehhab ve Muhsin isimlerine ayna oldu.
– Hâlden hâle, şekilden şekle sokulmasıyla Muhavvil, Mükemmil ve Mübeddil isimlerine ayna oldu.
– Yumurtasındaki hâliyle Evvel ismine, son şekliyle Ahir ismine, varlığıyla Zahir ismine, içinde çalışan fabrikayla Bâtın ismine ayna oldu.
– Yapan elbette yaptığını bilecek. Kudreti onu yapmaya yetecek. Yaptığını görecek ve yapmayı irade edecek. Bütün bunlarla bu kelebek Allah’ın Alîm, Kadîr, Basîr ve Mürîd isimlerine ayna oldu.
Daha bunlar gibi onlarca isme ayna oldu, mazhar oldu. İşte kelebeğe mana-yı harfî cihetiyle bakıldığında, kelebek Rabbanî bir kaside, İlahî bir mektup, esmâ-i hüsnanın bir aynası ve tezgahı olur. Allah’ı anlatır, O’nu tanıtır.
Kâinatı ve içindeki eşyayı kelebeğe kıyas edelim ve âleme mana-yı harfîyle baktığımızda varlıkların nasıl bir kıymet kazandığını anlayalım.
Üstad Hazretleri Mesnevî’de diyor ki: Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına yani kâinata mana-yı harfîyle ve onun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismîyle ve esbab hesabına bakmak hatadır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Ne büyük bir hatadır ki her biri bir mektub-u Rabbânî, bir âyine-i esmâ-i İlahî ve bir kitab-ı hikmet-i Samedânî olan varlıklar bütün bütün kıymetlerini kaybederler ve bir harf iken isim muamelesi görürler.
Metne devam edelim:
Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile yani Allah hesabına bakmak lazım gelirken öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. (12. Söz)
(Huruf-u mevcudat: Büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar / Tezyinat: Süsler, süslemeler / Münasebat: Münasebetler, ilişkiler / Kitab-ı kebir: Büyük kitap (kâinat) / Hurufat: Harfler / Müşteki: Şikâyetçi)
Üstad Hazretleri kâinata “kitab-ı kebir” dedi. Bundan şöyle bir tasvir çıkar:
– Şu âlem kudret kalemiyle yazılan bir kitaptır, bir kitab-ı kebirdir. Bu kitaptaki bütün yazılar, kâtibi olan Allah’a delalet ve O’nun vücub-u vücud ve vahdetine şehadet eder.
– Dünya bu kitabın sadece bir faslı ve bir bölümüdür. Her bir gezegeni ve yıldızı bu kâinat kitabının bir faslı kabul edebiliriz.
– Yeryüzü bu kitabın bir sahifesidir.
– Her bir nev bu sayfanın bir satırıdır. Üstad Hazretleri 300 bin nevden bahsediyor. Şu andaki tespitlere göre, bu rakam çok daha fazladır. Hadi biz 300 bin kabul edelim. Demek, şu yeryüzü sahifesinde 300 bin satır var.
– Her bir nevin cinsi kendi satırının cümlesidir. Mesela sinek nevi yeryüzü sayfasının bir satırıdır. 1 milyon sinek türü vardır. Bu durumda, sinek satırında 1 milyon cümle yazılmış olur. Diğer nev ve cinsler için de aynı kıyası yapabilirsiniz. Her nev bir satır ve o nevin cinsleri bu satırın cümleleridir.
– Her bir fert de bu cümlelerin bir harfidir. Yani sinek misalinden yola çıksak: Sinek satırında 1 milyon cümle -yani 1 milyon sinek cinsi- var ve -mesela- karasinek cinsi bu cümlelerden sadece bir tanesi. Karasinek cümlesinin de trilyonlarca harfi var. Her bir karasinek bu cümlenin bir harfi hükmündedir.
Şu ifade üzerinde de biraz duralım: “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder.”
Kâfirin kâinatı tahkir etmesi şu şekildedir:
Mevcudatın kemali ve kıymeti, Allah’a bakan yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. Yani her bir mahluk kıymetini, Allah’ın sanatı olması ve Allah’ı tesbih edip Onu zikretmesiyle kazanır.
Felsefe ise mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih etme noktasında yüksek bir makamda bulunan mahlukat birden aşağıya düşer ve bir başıbozuk derekesine iner. Her biri, Allah’ı tesbih eden birer müsebbih ve Onu zikreden birer zâkir iken, kıymetsiz ve ehemmiyetsiz bir vaziyet alır.
Ayrıca her biri birer İlahî mektup, Rabbânî kaside ve Allah’ın güzel isimlerinin aynası iken, ehemmiyetsiz, vazifesiz, cansız ve perişan bir vaziyette telakki edilir. Bu telakkiyle de mevcudatın kıymeti düşer ve kemalatı hiçe iner.
Zira ibadet etmeyen bir kişinin nazarında, “Hak, Hak” diyerek Allah’ı tesbih eden leyleğin kelimeleri “lak, lak”tır. O, leyleğin “Hak, Hak” tesbihini “lak, lak” zanneder. Çünkü herkes âleme kendi aynasıyla bakar. Cenab-ı Hak her bir insana, bu âlemden hususi bir âlem vermiştir ki o âlemin rengi, o insanın kalbî itikadına göre boyanır.
Mesela hüzünlü bir şekilde ağlayan insan, mevcudatı ağlar ve hüzünlü suretinde görür. Gayet sevinçli ve neşeli birisi ise kâinatı neşeli ve güler görür.
Yine tefekkür eden ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden kişi, mevcudatı ibadette ve tesbihte görür; onların ibadet ve tesbihlerini bir derece keşfeder ve anlar. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden kişi ise mevcudatı ibadetsiz, başıboş, vazifesiz ve perişan bir surette tevehhüm eder.
İşte bu tevehhüm, mahlukatın hukuklarına bir tecavüz ve manen onlara bir zulümdür. Bu zulümden dolayı da kâinat kâfirden şikâyetçi olur.
Yazar: Sinan Yılmaz