a
Ana SayfaOn İkinci Söz1. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen muvazenesi…

1. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen muvazenesi…

Rabbimizin ihsanı ve inayetiyle On İkinci Söz’ün mütalaasına başlıyoruz. Cenab-ı Hak mütalaasını yapacağımız hakikatleri gönlümüze işletsin ve amele dökme hususunda bizlere inayet etsin.

Mütalaa usulümüzü şöyle hatırlatalım: On İkinci Söz’ü baştan başlayarak okuyacak, manası açık olan cümlelerin tefekkürünü sizlere havale edecek ve manası kapalı cümlelerin izahını yapacağız.

ON İKİNCİ SÖZ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا

Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen muvazenesi, hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur’an’ın sair kelimât-ı İlahiyeye ve bütün kelamlara cihet-i rüçhaniyetine bir işarettir. (12. Söz)

(İcmalen: Özet olarak / Muvazene: Karşılaştırma / Hayat-ı içtimaiye: Toplum hayatı / Fezleke: Hülasa, özet / Cihet-i rüçhaniyet: Üstünlük ciheti)

(Ayet mana: Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir.)

Bu sözün konusu dört şeymiş:

1. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin muvazenesi.

2. Hikmet-i Kur’aniyenin, insanın hayat-ı şahsiyesine verdiği ders-i terbiye.

3. Yine hikmet-i Kur’aniyenin, insanın hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiye.

4. Kur’an’ın, sair kelimât-ı İlahiyeye ve bütün kelamlara (yani diğer semavi kitaplara ve insan ve hayvanlara yapılan ilhamlara) karşı cihet-i rüçhaniyetinin (üstünlük cihetinin) sebebi.

Bu On İkinci Söz’de bu meseleleri mütalaa edeceğiz.

Şunu da ifade edelim: Bazı Osmanlıca kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve kelimeleri altına yazarak ilerledik. Kelimelerin manasını sayfanın altına kaydetseydik, kelimenin manasına alttan bakmak ve sonra başı kaldırıp tekrar metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.

İşte bu Sözde dört esas vardır:

Birinci Esas: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:

(Hikmet-i Kur’aniye: Kur’an’a ait hikmet / Hikmet-i fenniye: Fenlere ait hikmet)

Bir zaman hem dindar hem gayet sanatkâr bir hâkim-i namdar istedi ki Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O muciznüma kamete, harika bir libas giydirilsin.

(Hâkim-i namdar: Ün sahibi meşhur hâkim / Maânî: Manalar / İ’caz: Mucizevîlik / Şayeste: Layık / Muciznüma: Mucize gösteren / Kamet: Endam / Libas: Elbise)

İşte o nakkaş zat, Kur’an’ı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikinin tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nevini altın ve gümüş ile yazdı. (12. Söz)

(Nakkaş: Nakış nakış işleyen / Cevher: Kıymetli taş / İstimal: Kullanma / Hakaik: Hakikatler / Tenevvü: Çeşitlilik / Mücessem: Cisimleşmiş / Hurufat: Harfler / Lü’lü: İnci)

Hikâyeyi okurken, temsilin hakikat karşılıklarını da yazacağız. Bu sayede temsil daha iyi anlaşılacaktır.

Temsilde bahsi geçen Kur’an, şu kâinat kitabıdır. Kur’an’ın harflerinin bir kısmının elmas ve zümrütle, bir kısmının inci ve akikle, bir kısmının pırlanta ve mercanla ve diğer bir kısmının da altın ve gümüşle yazılması ise şu manaya gelmektedir:

Temsildeki Kur’an’ın harfleri gibi, bu kâinat kitabının harfleri olan mahlukatın kıymetleri de birbirinden farklıdır. Mesela:

– İnsan, elmas ve pırlanta ile yazılmış bir kelime gibidir.

– Hayvan ise inci ve akikle yazılmıştır. Yani insana kıyasla daha kıymetsizdir.

– Bitkiler ise hem insana hem de hayvana kıyasla daha az kıymettedir. O hâlde bitkiler gümüşle yazılmış gibidir.

– Cemadat dediğimiz cansız varlıklar ise mezkûr üç taifeye kıyasla daha aşağıda olup kıymetleri daha azdır. O hâlde cemadat sanki mercanla yazılmış gibidir.

Aynı mukayeseyi insanlar hakkında yaptığımızda:

– Peygamber Efendimiz (a.s.m.) elmas ve pırlanta ile yazılmış bir kelime-i kudsiyedir. Yani o kıymettedir ve bu kâinat kitabının en kıymetli kelimesidir.

– Diğer insanlar ise Allahu Teâlâ’nın esmâ-i hüsnasına yaptıkları ayinedarlık nisbetinde bir kıymet alırlar ve bu ölçüde bir değer kazanırlar.

Ne mutlu, bu kitab-ı kâinatın pırlanta ve elmas ile yazılmış kelimelerine!

Hikâyeye devam edelim:

Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. (12. Söz)

(Münakkaş etmek: Nakışlamak, süslemek / İstihsan: Beğenme, güzel bulma)

Temsildeki Kur’an, şu kitab-ı kâinat olduğundan mezkûr cümleyi şöyle anlayabiliriz:

Temsildeki Kur’an gibi, bu kâinat kitabı da öyle güzel bir surette yazılmış ve o kadar hayret verici bir tarzda tezyin edilmiş ki ona bakan herkesin dikkatini celbetmekte ve herkes temaşasından lezzet almaktadır. Kuşlardan çiçeklere, balıklardan bitkilere, arştan ferşe ve seradan Süreyya’ya kadar her bir mahlukta öyle bir nakış ve öyle bir sanat var ki görenleri hayrete düşürmekte ve herkes -okuma bilsin bilmesin- temaşasından zevk ve büyük bir keyif almaktadır.

“Okuma bilmek”ten maksat ise mahlukat üzerinde yazılan esmâ-i hüsnayı okumaktır. Zira her bir varlık âdeta bir kitab-ı Rabbânî, bir kaside-i Sübhânî ve bir ayine-i esmâ-i İlahîdir. Mahlukatın asıl güzelliği de manası olan bu esmâ-i hüsnadan gelmektedir.

Bununla birlikte, mahlukatın zahiri de öyle güzelleştirilmiş ve ziynetlendirilmiş ki okumayı bilmeyen -yani esmâ-i hüsnanın tecellilerinden gafil olan hatta Allah’ı inkar eden- kişi bile mahlukatın bu zahirî güzelliği karşısında hayret etmekte ve zevk ile bu güzelliği seyretmektedir.

“Okumayı bilen” ve “okumayı bilmeyen” kimseleri, mahlukata mana-yı harfî ve mana-yı ismî ile bakan kimseler olarak da ayırabiliriz. (Mana-yı harfî ve mana-yı ismî ileriki derslerde izah edilecektir.)

Evet, asıl güzellik, mahlukatın mana-yı harfî cihetindedir. Ancak mahlukatın mana-yı ismî ciheti de o kadar güzeldir ki mana-yı harfî cihetine bakmayı bilmeyenler bile bu cihetin güzelliği karşısında hayrete düşmekte ve seyrinden lezzet almaktadır.

Metne devam edelim:

Bahusus ehl-i hakikatin nazarına o sûrî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan pek kıymettar bir antika olmuştur.

(Bahusus: Bilhassa / Sûrî: Surete ait, görünüşe ait / Tezyinat: Süslemeler)

Sonra o hâkim, şu musanna ve murassa Kur’an’ı, bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe hem mükâfat için emretti ki: Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.

(Musanna: Sanatlı / Murassa: Süslü / Tecrübe: İmtihan)

Evvela o feylesof sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler.

Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’an’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin çendan Arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.

(Cevher: Kıymetli taş / Hâsiyet: Özellik / Müzeyyen: Süslü / Münakkaş: Nakışlı / Çendan: Her ne kadar)

Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki o, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî daha gâlî daha latîf daha şerif daha nâfi daha câmi… Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.

(Tezyinat-ı zâhiriye: Dış görünüşe ait süslemeler / Huruf: Harfler / Nukuş: Nakışlar / Gâlî: Kıymetli / Nâfi: Faydalı / Câmi: Kapsamlı / Hakaik-i kudsiye: Kudsi hakikatler / Envar-ı esrar: Sırların nurları)

Sonra ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşana takdim ettiler. O hâkim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o memba-ı hakaik olan Kur’an’ı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

(Hâkim-i zîşan: Şan sahibi hâkim / Hodpesend: Kendini beğenen / Memba-ı hakaik: Hakikatlerin membaı / Nukuş: Nakışlar / Hâkim-i hakîm: Hikmet sahibi hâkim)

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. “Aferin, bârekellah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altın verilsin.” irade etti.

(Müdakkik: Dikkatle inceleyen / Hakîmâne: Hikmetli bir şekilde / Mürşidâne: İrşad edici olarak)

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatin yüzünü de gör… (12. Söz)

Temsilin hakikati metnin devamında izah ediliyor. Bu sebeple burada izahına girişmiyor, izahı metnin devamına havale ediyoruz. İlk önce hikâyeyi tekrar okuyalım ve temsili iyice anlayalım. Bunu yaptıktan sonra sonraki derse geçebilirsiniz.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin