a
Ana SayfaDokuzuncu Söz8. Mağrib vaktinde -ki o zaman- hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin…

8. Mağrib vaktinde -ki o zaman- hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin…

Dokuzuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Mağrib vaktinde ki o zaman hem kışın başlamasından… yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlukatının veda-i hazînanesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır… Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır… Hem dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi… ve bu dâr-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır… ve zevalde gurûb eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır.

İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olan ruh-u beşer… şu azîm işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezal’in arş-ı azametine yüzünü çevirip… bu fânilerin üstünde  ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌  deyip… onlardan ellerini çekip… hizmet-i Mevla için el bağlayıp… Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‌  demekle, kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamdüsena edip…  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعينُ  demekle, muinsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek… (9. Söz)

(Mağrib: Akşam / Nâzenin: Nazlı, latif / Veda-i hazînane: Hüzünlü veda / Gurûb: Batma, batış / Firak-ı elîmane: Acı ve üzüntü verici ayrılık / Zelzele-i sekerat: Ölüm anındaki sarsıntı / Dâr-ı imtihan: İmtihan yurdu / Mahbub: Sevgili / Perestiş eden: Taparcasına seven / Cemal-i Bâki: Kalıcı ve devamlı güzellik / Âyine-i müştak: Allah’ın güzel isimlerine istekli ayna (olan insan) / Kadîm-i Lemyezel: Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan (Allah) / Bâki-i Lâyezal: Varlığı kalıcı ve sürekli olan (Allah) / Arş-ı azamet: Allah’ın büyüklüğünün tecelli ettiği arş / Misilsiz: Emsalsiz / Muinsiz: Yardımcısız)

Cümle bitmedi ancak biz cümleyi burada keselim. Yoksa benim gibi fikri kısa olanların metni ihatası zorlaşacak. Bizler ilk önce bu uzun metnin haritasını çıkaralım; daha sonra da izaha muhtaç olan yerleri izah edelim. Bu bölümü şöylece maddeleyebiliriz:

Akşam zamanının hatırlattıkları:

1. Kış mevsiminin başlamasını hatırlatır.

2. Yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlukatının veda-yı hazinânesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır.

3. İnsanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girme zamanını hatırlatır.

4. Dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesinin başka âlemlere göçmesini hatırlatır.

5. Bu dâr-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını hatırlatır.

6. Zevalde gurûb eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden bir vakittir.

Ruh-u beşerin vasfı:

Fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştaktır.

Akşam namazının manası:

1. Şu azim işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezâl’in arş-ı azametine yüzünü çevirmek.

2. Bu fânilerin üstünde “Allahu Ekber” deyip onlardan ellerini çekmek.

3. Hizmet-i Mevla için el bağlamak.

4. Dâim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillah” demekle kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamdüsena etmek.

5اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  demekle muinsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek.

Akşam namazını böylece özetledikten sonra sıra geldi cümlelerin izahına:

1. Mağrib vakti kış mevsiminin başlamasını hatırlatır: Sabah namazı evvel-i bahar zamanını, öğle namazı yaz mevsiminin ortasını ve ikindi namazı güz mevsimini hatırlattığı gibi, akşam namazı da kış mevsiminin başlamasını hatırlatır.

2. Yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlukatının veda-yı hazinânesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır: Kışın gelmesiyle yaz âleminin güzel mahlukatı bu âleme veda eder ve ölüp gider. İşte akşam namazı bu hüzünlü vedayı hatırlatır. Zira günün o vaktinde güneş batmış ve insanın ünsiyet ettiği eşya gecenin karanlık çarşafı altında gizlenmiştir; kışın beyaz çarşafı altında gizlenen yaz mevsiminin mahlukatı gibi…

3. İnsanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır: Evet, nasıl ki akşam vaktinde dünya karanlığa gömüldü ve gündüz âlemi insanı terk etti; aynen bunun gibi, bir gün insanın hususi güneşi batacak, hususi kıyameti kopacak ve temelleri kendi hayatı üzerine kurulmuş olan dünyası yıkılacak. İnsan da bir gün kabrin karanlığına gömülecek ve şu aydınlık âlemi terk edecek…

4. Dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesinin başka âlemlere göçmesini ve bu dar-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını hatırlatır: Evet, akşam namazı üç vefatı hatırlatmaktadır:

1. Yaz mevsiminin güzel mahlukatının hüzünlü vedasını.

2. İnsanın vefatını.

3. Âlemin vefatı olan kıyameti.

Demek akşam vakti girdiğinde, bu üç büyük cenazenin başında hayalen durup bu manaları tefekkür etmeliyiz. Mesela bu madde ile alakadar olarak şöyle düşüneceğiz:

“Güneş battı ve dünyamız birden karanlığa gömüldü. Bir gün gelecek ve Kur’an’ın şu ayetlerinin sarahatiyle güneş hakikaten batacak:

Gök çatladığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler yarılıp akıtıldığında, kabirlerin içi dışına getirildiğinde… (İnfitar 1-4)

Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde… (Tekvir 1-3)

Evet, bu gibi ayetlerin bildirmesiyle güneş hakikaten batacak, dünya bir zelzele içinde sekerata başlayacak. Bu öyle bir zelzeledir ki Kur’an bu zelzeleyi şöyle haber vermektedir:

Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz kıyamet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir. (Hac 1-2)

İşte âlem bu vefatıyla içindeki sekenesini meydan-ı haşre dökecek. Evet, bir gün gelecek bu imtihan yurdunun lambası söndürülecek ve ebedî bir âlemin lambası yakılacak; benim hâlim o zaman ne olur? Bu isyankâr hâlim ile o zaman nereye kaçarım? Bu hacaletli yüzüm ile Rabbime nasıl bakarım? Eyvah aldandık…”

Böyle bir tefekkürü akşam namazı vaktinde yapmaya gayret etmeliyiz.

5. Zevalde gurûb eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden bir vakittir: Güneşin batmasıyla akşam vakti âdeta lisan-ı hâli ile şöyle der: Ey fâni mahbuplara âşık olanlar! Ey batmaya mahkûm sevgililer peşinde koşanlar! Ey Kadîm-i Bâki’den yüz çevirip fânilerle ünsiyet edenler! İbret alınız, aklınızı başınıza alınız. Nasıl ki bu koca güneş battı ve ünsiyet ettiğiniz her şey karanlıkta saklandı; aynen bunun gibi, bir gün gelecek, sizin de hususi güneşiniz doğmamak üzere batacak ve bütün sevdiklerinizi arkanızda bırakarak kabrin karanlığına gömüleceksiniz. O hâlde gelin, iş işten geçmeden aklınızı başınıza alın ve dünya sizi terk etmeden önce siz onu terk edin…

6. Ruh-u beşerin fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olması: Bu cümlenin izahı Üçüncü Lem’a’da çok güzel yapılmıştır. Mezkûr cümlenin manasını anlamak için bu risaleyi mütalaa etmenizi ısrarla tavsiye ediyorum. (Eserin mütalaasına sitemizden ulaşabilirsiniz.)

7. Şu azim işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezâl’in arş-ı azametine yüzünü çevirmek: “Şu azim işler” tabiriyle kastedilen işler, hem akşam vakti o koca güneşin batması hem de akşam vaktinin hatırlattığı icraatlardır. Bunlar da:

1. Yaz mevsiminin güzel mahlukatının hüzünlü vedası

2. İnsanın vefatı

3. Âlemin vefatı olan kıyamet

Ayrıca Üstadımızın burada Allah hakkında kullandığı isimler de çok manidardır. Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Lâyezâl… Lemyezel “Asla zail olmadı.” , Lâyezâl ise “Zail olmaz.” manasındadır. Yani birisi maziye, diğeri müstakbele bakıyor.

Kadîm-i Lemyezel “zeval bulmayan ezelî zat”, Bâki-i Lâyezâl de “daimî olan baki zat” manasındadır. Demek birinci ifade, Cenab-ı Hakk’ın ezeliyetiyle ilgili, ikinci ifade ise bekası ve ebediyetiyle ilgilidir.

“Arş-ı azametine yüzünü çevirmek” ifadesinde kullanılan kelimeler de çok manidardır. “Arş-ı azamet” Allah’ın büyüklüğünün ve azametinin arşı demektir. Herhâlde bu ifadenin burada kullanılmasının sebebi, akşam namazı vaktinin çok büyük icraatları hatırlatmasından dolayıdır. Yani kişi, o vaktin hatırlattığı azim icraatları tefekkür eder ve daha sonra da yüzünü o icraatların sahibi olan Zatın arş-ı azametine çevirir.

8. Bu fânilerin üstünde “Allahu Ekber” deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevla için el bağlamak: Akşam vaktinde güneşin batması kişinin kulağına şu manaları fısıldar: Her şey fânidir ve bir gün bu koca güneşin batması gibi batacak, kaybolacak. O hâlde onlar seni terk etmeden evvel sen onları terk et ve bu fânilerin üstünde “Allahu Ekber” diyerek onlardan elini çek! Bütün o fânilere bedel, Kadîm-i Bâki olan bir Zatın hizmeti için el bağla ve o Zatın hizmetine yapış…

Bu makamda, Üçüncü Lem’a’dan şu bölümü nakletmek istiyorum:

“Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden  يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى  olan birinci cümlesi, ‘Bâki-i Hakiki yalnız sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan elbette baki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alakasına medar olamaz.’ manasını ifade ediyor. Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları  يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى  demekle bırakıyorum. Yalnız sen bakisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alaka-i kalbe layık değiller.” (Üçüncü Lem’a)

9. Dâim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillah” demekle kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamdüsena etmek: Hamd: Yapılan bir iyiliğe karşı, tazim yoluyla, güzel sıfatlarla medhüsena etmektir. Daha açık bir ifadeyle: “Elhamdülillah” diyen kimse, Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğüne, kemaline ve cemaline delalet eden bütün isim ve sıfatları sayarak Onu yüceltmiş gibi olur. Demek “Elhamdülillah” diyen kimse, Allahu Teâlâ’nın kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamdüsena etmiş olur. Tabii bu hamdin gerçekleşmesi için kişinin “Elhamdülillah” derken bu manaları düşünmesi gerekir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin birleşmesinden meydana geldiği gibi, kişi “Elhamdülillah” cümlesini lisanıyla okurken kalbiyle de bu cümlenin manasını tefekkür etmeli ki lafız ile mana birleşsin ve o hamd kâmil ve tam bir hamd olsun.

10اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  demekle muinsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek: Bu cümlenin tefekkürü için Yirminci Mektup’tan şu bölümü kaydediyoruz. Metni yavaş yavaş ve tefekkür ede ede okuyalım:

“Yani nasıl ki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.

Bazen olur ki sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar; ‘Bize de müracaat et!’ derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes O’na müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama ‘Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin!’ denilmez.

İşte şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki: İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız; her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâl’in huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemal-i ferah ve süruru kazanabilir.” (20. Mektup)

Yarım bıraktığımız cümleye devam edelim:

Hem nihayetsiz kibriyasına… hadsiz kudretine… ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip… bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle…  سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظيمِ  deyip Rabb-i Azîm’ini tesbih edip… hem zevalsiz cemal-i zatına… tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine… tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip… hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan edip… hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup…  سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى  demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâsını takdis etmek…

Sonra teşehhüd edip oturup, bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezal’e hediye edip… ve Resul-i Ekrem’ine selam etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip… ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek…

Hem saltanat-ı rububiyetin dellalı… ve mübelliğ-i marziyatı… ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak… ne kadar latif, nazif bir vazife… ne kadar aziz, leziz bir hizmet… ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet… ne kadar ciddi bir hakikat… ve bu fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve dâimane bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir! (9. Söz)

(Kibriya: Allahu Teâlâ’nın azameti ve büyüklüğü / Zevalsiz: Sona ermez, bitmez / Cemal-i zat: Zatın güzelliği / Tagayyürsüz: Hiçbir zaman değişmeyen / Tebeddülsüz: Hiçbir zaman değişmeyen / Mahviyet: Tevazu, alçakgönüllülük / Terk-i mâsiva: Allah’tan başka her şeyi terk etmek / Cemil-i Bâki: Güzellik sahibi ve varlığı devamlı olan (Allah) / Rahîm-i Sermedî: Ebedî olan ve yarattığı mahlukata merhametle muamele eden (Allah) / Zeval: Yok olma / Müberra: Uzak, pak / Teşehhüd: Namazda “Tahiyyat”ı okuma ve oturma / Tahiyyat-ı mübareke: Canlıların hayatlarıyla yaptıkları mübarek ibadetler / Salavat-ı tayyibe: Varlıkların güzel olan ibadet ve duaları / Cemil-i Lemyezel: Güzelliği sonsuz olan (Allah) / Celil-i Lâyezal: Haşmet ve yüceliği sonsuz olan (Allah) / Biat: Söz / Tecdid: Yenileme / Evamir: Emirler / Tenvir: Nurlandırma / Kasr-ı kâinat: Kâinat sarayı / İntizam-ı hakîmane: Hikmetli intizam / Sâni-i Zülcelal: Celal sahibi sanatkâr (Allah) / Vahdaniyet: Allah’ın birliği / Dellal: İlan edici / Mübelliğ-i marziyat: Allah’ın razı olacağı hâl ve hareketleri bildiren elçi / Kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı: Kâinat kitabının ayetlerinin tercümanı)

Yine aynı usulü uygulayıp ilk önce metnin haritasını çıkaralım; daha sonra da izaha muhtaç olan yerleri izah edelim. Akşam namazının manasının ilk beş maddesini üstte kaydetmiştik. Altıncı maddeyle devam edelim:

6. Nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gitmek.

7. Bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmek.

8.   سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ  deyip Rabb-i Azîm’ini tesbih etmek.

9. Zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine ve tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde etmek.

10. Hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan etmek.

11. Bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup  سُبْحَانَ رَبِّيَ اْلاَعْلٰى  demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâ’sını takdis etmek.

12. Sonra teşehhüd edip oturup, bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl’e hediye etmek.

13. Resul-i Ekrem (a.s.m.)’a selam etmekle biatını tecdid ve evâmirine itaatini izhar etmek.

14. İmanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek.

15. Saltanat-ı rububiyetin dellalı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın risaletine şehadet etmek.

Bütün bu on beş madde: Ne kadar latif, nazif bir vazife… ne kadar aziz, leziz bir hizmet… ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet… ne kadar ciddi bir hakikat… ve bu fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve dâimane bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

Akşam namazını böylece maddeledikten sonra, şimdi sıra geldi cümlelerin izahına. Daha önce 10 bölümün izahını yapmıştık. İlk maddeye “11” diyerek izaha başlayalım:

11. Nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle  سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ  deyip Rabb-i Azîm’ini tesbih etmek: İşte rükûa giderken tefekkür edilecek mana: Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz kibriyası, kudreti ve izzeti karşısında; aczimizi, fakrımızı ve zilletimizi izhar ederek eğilmek… Daha sonra bu acziyet izharına kâinatı da katmak… Daha sonra da hem kendi namımıza hem de onların namına  سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ  diyerek Rabb-i Azîm olan Allah’ı tesbih etmek…

Bu manayı Üstadımızın şu ifadeleriyle tefekkür etmek faydalı olacaktır:

Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Bilmelisin ki senin mahiyet-i nefsinde nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş. Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki açlık ve susuzluğu midene vermiş, ta ihsanatını ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi, seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkip etmiş, ta mirsad-ı kusurunla Fâtır-ı Zülcelâl’in seradikat-ı cemal ve kemaline; ve mikyas-ı fakrınla, derecat-ı gına ve rahmetine; ve mizan-ı aczinle, meratib-i iktidar ve kibriyasına; ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile envâ-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin. Bundan bil ki gaye-i fıtratın ubudiyettir. Ve ubudiyet odur ki: Sen, Fâtır-ı Zülcelâl’in dergâh-ı rahmetinde “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” ile kusurunu ve “Hasbünallah” ve “Elhamdülillah” ile fakrını ve “Allahu Ekber” ve “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ile ve istimdatla aczini ilan etmek ve âyine-i ubudiyetinle cemâl-i rububiyetini izhar etmektir.” (Nur’un İlk Kapısı)

(Kâsır: Kusurlu / Âmâl: Emeller / Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm: Hikmet sahibi olan yüce yaratıcı (Allah) / İhsanat: İhsanlar / Lezaiz-i nimet: Nimetin lezzetleri / Mirsad-ı kusurunla: Kusurunun dürbünüyle / Seradikat-ı cemal ve kemal: Allah’ın kemalinin ve güzelliğinin perdeleri / Mikyas-ı fakrınla: Fakirliğinin ölçüsüyle / Derecat-ı gına ve rahmet: Allah’ın rahmetinin ve zenginliğinin dereceleri / Meratib-i iktidar ve kibriya: Allah’ın azametinin ve kudretinin mertebeleri / Envâ-ı niam ve ihsanat: Allah’ın ihsanlarının ve nimetlerinin çeşitleri / Vazife-i hilkat: Yaratılış vazifesi / İstimdat: Yardım dileme / Âyine-i ubudiyet: Kulluk aynası / Cemâl-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin güzelliği)

12. Zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup  سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى  demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i Âlâ’sını takdis etmek:

Bu ifadede Cenab-ı Hakk’a dair üç hakikatten bahsedilmektedir:

1. Zatî cemalinin zevalsiz olması.

2. Kudsi sıfatlarının tagayyürsüz olması.

3. Sermedî kemalinin tebeddülsüz olması.

Şimdi bu üç kavram üzerinde biraz duralım:

1. Zatî cemalinin zevalsiz olması: Beşerin ve diğer mahlukatın güzellikleri hep zevale mahkûmdur. Yani bugün güzeldir, yarın çirkin; bugün hayranlık uyandırır, yarın istiskali celbeder; bugün hoştur, yarın nahoş… Ama Cenab-ı Hakk’ın güzelliği böyle değildir. Onun zatının güzelliği zevalden münezzeh, fenadan mukaddes ve zıddının arız olmasından müberradır.

2. Kudsi sıfatlarının tagayyürsüz olması: Cenab-ı Hakk’ın sıfatları da tagayyürden münezzehtir. Hâlbuki insanların sıfatları her daim tagayyüre mahkûmdur. Mesela insan bugün güçlüdür, yarın zayıf; bugün zengindir, yarın fakir; bugün âlimdir, yarın bunar cahil olur; bugün iyi görür, yarın kör olur; bugün işitir, yarın sağır olur… Allahu Teâlâ için ise bunlar düşünülemez. Onun sıfatları nihayetsizdir, ebedîdir ve tagayyürden münezzehtir. Bugün de zengindir, yarın da; bugün de kudretlidir, yarın da; bugün de her şeyi görür ve işitir, yarın da; bugün de âlimdir, yarın da ve hakeza…

3. Sermedî kemalinin tebeddülsüz olması: Bu, bir önceki maddeye benzemektedir. Aradaki tek fark, önceki maddede Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından, burada ise Cenab-ı Hakk’ın kemalinden bahsedilmektedir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları tagayyürden münezzeh olduğu gibi, kemali de tebeddülden münezzehtir. Şunu da ilave edelim: Cenab-ı Hakk’ın kemali dediğimizde; Allahu Teâlâ’nın her kusurdan münezzeh, her noksanlıktan mukaddes, her çirkinlikten müberra ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğu anlaşılır.

Bu izahlardan sonra, Üstadımızın mezkûr ifadesini şöyle izah edebiliriz:

Kul sırayla şunları yapar:

1. Cenab-ı Hakk’ın cemalini, kemalini ve kudsi sıfatlarını tefekkür eder.

2. Sonra bu cemal ve kemale karşı secde eder.

3. Daha sonra bu cemal ve kemale karşı hayret ve mahviyet içinde mâsivayı terk ederek İlahî muhabbetini ve ubudiyetini ilan eder.

4. Daha sonra da bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup  سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى  diyerek Rabb-i A’lâ’sını takdis eder.

Ne mutlu bu manaları tefekkür ederek secdeye varabilenlere!

13. Sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl’e hediye etmek: İlk önce “tahiyyat” kelimesinin manası üzerine konuşalım. Üstadımız bu kelimeyi değişik yerlerde şöyle izah etmiştir:

— Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları… (11. Söz)

— Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla “Hu, Hu” zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla, Sâniinin hayy-ı kayyum olduğunu ilan ediyorlar. (17. Söz)

— Aynen öyle de âciz bir abd, namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani “Bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına layıksın.” İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. (24. Söz)

— Kâinat sarayında hizmet eden hayvanat, kemal-i itaatle evâmir-i tekvîniyeye imtisal edip fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech ile ve Cenab-ı Hakk’ın namıyla izhar ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarzla, Cenab-ı Hakk’ın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibâdât, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar. (24. Söz)

Demek, mahlukatın hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri onların tahiyyatlarıdır. Bu ibadetin vechi Risalelerin birçok yerinde anlatılmaktadır.

İşte namaz kılan kul, teşehhüdde “Ettehiyyâtü” duasını okurken, bütün mahlukatın hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri, âdeta insan olması hasebiyle onların reisiymiş gibi Mevla Teâlâ’ya takdim etmeli ve onların ibadetlerini kendi hesabına Allahu Teâlâ’ya sunmalıdır. Tabii bu geniş tefekkürü icra edebilmek o kadar da kolay bir şey değildir. Rabbimiz bu manaların tefekkürünü bizlere kolaylaştırsın! Âmin!

Ayrıca Üstadımızın burada Allah hakkında kullandığı isimler de çok manidardır. Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl… Lemyezel “Asla zail olmadı.” , Lâyezâl ise “Zail olmaz.” manasındadır. Yani birisi maziye, diğeri müstakbele bakıyor.

Cemil-i Lemyezel “zeval bulmayan güzel”, Celil-i Lâyezâl de “daimî olan celil” manasındadır. Demek birinci ifade, Cenab-ı Hakk’ın ezelî güzelliği ile ilgili, ikinci ifade ise ebedî ve baki celaliyle ilgilidir.

14. Resul-i Ekrem’e selam etmekle biatını tecdid ve evâmirine itaatini izhar etmek: Namaz kılan kimse, namazda Efendimiz (a.s.m.)’a selam vermekle ona olan biatını (ona iman ve itaat edeceğine dair sözünü) tecdid eder ve getirdiği emirlere itaatini izhar eder. Demek, teşehhüdde oturup  اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُهَا النَّبِيُّ  dediğimizde bu biatı tecdid ettiğimizi ve getirdiği bütün emirlere itaatimizi izhar ettiğimizi düşünmeli ve namazın hakikatine ulaşmaya çalışmalıyız.

15. İmanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek: İman hakikatlerini ve kâinatta tecelli eden esma-i İlahiyeyi tefekkür etmek imanın tecdidine ve ziyadeleşmesine bir sebeptir. Bu mesele Otuz Üçüncü Söz’ün ahirinde şöyle izah edilmektedir:

“Şu otuz üç pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı inşallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavi ve taklidî olanın, imanını tahkiki yapar. İmanı tahkiki olanın, imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter!” diyemezsin. Çünkü senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hatta hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, her bir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.” (33. Söz)

İşte kişi namazda:

1. O namaz vaktinin hatırlattığı icraat-i azimeyi tefekkür eder.

2. Bu tefekkür neticesinde kâinat sarayındaki hikmetli intizamı müşahede eder.

3. Bu müşahade ile imanını tecdid ve tenvir eder.

4. Bu müşahede neticesinde de Cenab-ı Hakk’ın birliğine şehadet ederek bu şehadeti  اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ  sözüyle ilan eder.

16. Saltanat-ı rububiyetin dellalı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazı: Bu ifadede Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şu üç sıfatla tavsif edilmiş:

1. Saltanat-ı rububiyetin dellalı olmak: Rububiyet: Cenab-ı Hakk’ın mahlukatını yaratması, beslemesi, onları büyütmesi, terbiye etmesi, idare etmesi, yaşatması, öldürmesi ve onlarda tasarruf etmesi gibi fiillerdir. Rububiyetin saltanatı ise bu fiillerin hâkimiyeti ve bu icraatların haşmet ile her şeyi kuşatması ve her yerde gözükmesidir. İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) âlemdeki bu saltanat-ı rububiyetin dellalı olmuş ve insanların nazar-ı dikkatini bu saltanata çekmiştir.

2. Mübelliğ-i marziyâtı olması: Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu şeyleri tebliğ etmiş ve Allah’ın helalini ve haramını insanlara bildirmiştir. Getirmiş olduğu şeriat, Allah’ın marziyatının tebliğinden başka bir şey değildir.

3. Kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olması: Bu kâinat, üzerinde İlahî isimlerin ve sıfatların yazıldığı mücessem bir kitaptır. Her bir varlık da bu kitabın bir ayetidir. İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu kitapta yazılan yazıları tercüme etmiş bir tercümandır. Üstadımızın Onuncu Söz’deki şu ifadeleri bu tercümeyi anlatmaktadır:

“Evvela o sersem dedi: Padişah kimdir? Tanımam.

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi, kıymettar, musanna mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki bir parça firengî okumuşsun; bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım… (10. Söz)

Evet, kâinat bir kitaptır ve bu kitabın manaları ancak Efendimiz (a.s.m.)’ın tercüme etmesiyle doğru bir şekilde anlaşılabilir. Yolunu şaşırmış felsefe, bu yazıların manalarını anlamaktan ve tercüme etmekten âcizdir!

Uzun ve zor bir metni mütalaa ettik. Böyle zor metinler bir defa mütalaa ile tam anlaşılmaz. Mütalaayı tekrar tekrar okuyarak istifademizin ziyadeleşmesine çalışmalıyız.

Unutmayalım ki: Hakikatler ancak ciddi tefekkürle kişide meleke hâline gelir. Manaları meleke hâline getirmek için çok tefekkür etmeli ve gayret göstermeliyiz. Manaların meleke hâline gelmesi, kişinin, iradesi olmaksızın manaları düşünebilmesi ve o manalar üzerine hayatını tanzim etmesidir. Eğer bizler namazı bu manalar üzerine kılmak istiyorsak bu manaları meleke hâline getirmeliyiz. Meleke hâline getirmek için de çok tefekkür ve mütalaa etmeliyiz. Allahu Teâlâ edenlerden eylesin. Âmin.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin