a
Ana SayfaDokuzuncu Söz3. İkinci Nükte: İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu…

3. İkinci Nükte: İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu…

Dokuzuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

İKİNCİ NÜKTE

İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. (9. Söz)

(Kemal-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin kemali / Kudret-i Samedâniye: Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’ın kudreti / Rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti)

Üstad Hazretleri ibadetin manasını üç maddeyle izah etti:

1. Kul kendi kusurunu görüp, kemal-i rububiyetin önünde hayret ve muhabbetle secde edecek.

2. Kendi aczini görüp, kudret-i Samedâniyenin önünde hayret ve muhabbetle secde edecek.

3. Kendi fakrını görüp, rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde edecek.

İlk önce “kemal-i rububiyet” kavramını açalım:

Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.

Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar; tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.

Rububiyetin kemali ise bu fiillerin ve icraatların akılları hayrette bırakacak tarzda mükemmelen icra edilmesidir. Hiçbir varlığın unutulmaması, birbiriyle karıştırılmaması, tam vaktinde tasarrufta bulunulması ve hiçbir kusur ve eksiğin görülmemesidir.

Mesela bir kelebeği ele alalım:

– Kelebeğin yaratılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona uçmanın öğretilmesi, yolunun ilham edilmesi ve yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Ona bir şekil ve suret verilmesi, vazifesinin öğretilmesi, duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Rızıklandırılması, hâlden hâle sokulup son şeklini alması ve vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.

Bunlar gibi, kelebeğin üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır.

Rububiyetin kemaline gelince:

– Mesela hiçbir sineğin kanatsız bırakılmaması rububiyetin kemalindendir.

– Hiçbir mahlukun aç bırakılmaması rububiyetin kemalindendir.

– Her an milyarlarca varlığın mükemmelen yaratılması rububiyetin kemalindendir.

– Her varlığa farklı vazifeler gördürülmesi ve farklı şekillerde terbiye edilmesi rububiyetin kemalindendir.

– Her mahluka farklı bir elbise, farklı bir silah, farklı bir suret ve farklı cihazlar verilmesi rububiyetin kemalindendir.

– Milyarlarca yıldızın birbirine çarptırılmadan gezdirilmesi rububiyetin kemalindendir.

– Hayatların ve ölümlerin mükemmelliği rububiyetin kemalindendir.

Sözün özü: Mahlukat üzerinde yapılan bütün mükemmel ve kusursuz tasarruflar rububiyetin kemalindendir.

İşte bu kemal-i rububiyet, kulun kendi kusurunu görmesini ve Allah’ın kemal-i rububiyeti önünde hayretle ve muhabbetle secde etmesini istemektedir.

Şimdi de kulun, aczini görüp kudret-i Samedâniyenin önünde secde etmesini mütalaa edelim:

“Samed” Allah’ın bir sıfatı olup, “Hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde her şeyin kendisine muhtaç olduğu zat” manasındadır. “Kudret-i Samedâniye” ise “Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu zatın kudreti” demektir. Göz önündeki şu harikulade fiiller ancak böyle bir kudret-i Samedâniye ile vücud bulmaktadır.

Üstadımızın “kudret” kelimesini “samed” sıfatına isnadı da manidardır. Yani mana bununla şöyle tamamlanmış oluyor: Böyle nihayetsiz bir kudret ancak ve ancak samed olan zata mahsustur. Her şeyiyle âciz ve zayıf olan sebepler, göz önündeki harikulade fiillere fail olamazlar. Bu fiillerin faili olabilmek için samed olmak gerekir. Çünkü böyle nihayetsiz bir kudret ancak samed olan zatta bulunabilir ki O da Allahu Teâlâ’dır.

Kulun vazifesi ise: Aczini bilmesi, bu kudret-i Samedâniyeyi temaşa etmesi ve önünde hayret ve muhabbetle secde etmesidir.

Şimdi de kulun, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyenin önünde secde etmesini mütalaa edelim:

Yeryüzünü şöyle hayal etsek:

Bir kısım hayvanatın gözü yok, bir kısmının ayakları yok… Kuşlar kanatsız, balıklar yüzgeçsiz… Ağaçlar kurumuş, toprak ölmüş… Ne kaynayan sular var ne buluttan akan yağmur… Âdeta her varlık bir dert ile inliyor, bir sıkıntıyla kıvranıyor. Böyle bir dünyada yaşamak ne kadar zor olurdu değil mi?

— Peki, mahlukata cihazlarını takan; kuşa kanat, balığa yüzgeç veren; ağaçları rahmetinin eli, toprağı nebatatın kazanı yapan; suları kaynatan, buluttan yağmuru indiren ve her varlığa hususi ihsanlarda bulunan kimdir?

Elcevab: Allah’tır.

– O’dur rahmetiyle şu hadsiz kâinatı şenlendiren.

– O’dur mahlukata göz, kulak, dil gibi cihazlar veren.

– O’dur zehirli bir böceğe balı yaptıran ve elsiz bir böceğe ipeği dokutan.

– O’dur ağaçların dallarını rahmetinin eli yapan ve o elle hadsiz meyveleri bizlere sunan.

– O’dur Güneş’i bir soba ve lamba, Ay’ı bir kandil ve yıldızları dünya evimizin mumları yapan.

– O’dur yeryüzünü bir beşik ve semayı evimizin damı yapan…

Eğer Allah’ın rahmeti olmasaydı âlem vücut bulmaz ve yokluğun karanlığında kalırdı. Eğer vücut bulduktan sonra Allah rahmetini kesip merhametiyle muamele etmeseydi, bu sefer de bütün memleket bir mâtemhane-i umumi şeklini alırdı. Her mahluk ümitsizce ağlayan bir yetim ve âciz bir zavallı olurdu.

Gerçi rahmet tecellisini bir çekse, âciz bir zavallı olmaya dahi fırsat bulamaz; o anda yok olur gider. Bizim sözümüz, rahmetin nisbî olarak çekilmesine dair. Yoksa rahmet tamamıyla çekilirse varlık ademe düşer, kâinat o anda yok olur. Zira varlığı ayakta tutan ve eşyaya vücut veren, rahmetin tecellisidir.

Cenab-ı Hak rahmetiyle tecelli etti de âlem yokluktan varlığa çıktı ve varlığın nuruyla nurlandı. Mevcudat o rahmetin tecellisiyle ışıklandı. Her şey mana kazandı, esmâ-i hüsnanın şirin bir kitabı oldu.

Bu rahmete karşı insanın vazifesi ise: Kendi fakrını derk etmek, rahmet-i İlahiyenin tecellilerini seyretmek ve bu rahmetin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Metne devam edelim:

Yani rububiyetin saltanatı nasıl ki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve mualla ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile “Sübhanallah” ile ilan etsin. (9. Söz)

(Nekais: Noksanlıklar / Müberra: Beri, uzak / Efkâr-ı batıla: Batıl fikirler / Mualla: Yüce / Kusurat: Kusurlar / Muarra: Temiz, pak)

Üstad Hazretleri rububiyete dört cihetten bakıyor:

1. Rububiyetin saltanatı

2. Rububiyetin kudsiyeti ve paklığı

3. Rububiyetin kemal-i kudreti (sonraki paragraf)

4. Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti (daha sonraki paragraf)

Rububiyetin bu dört cihetine karşı insanın birer vazifesi vardır.

İlk önce bu dört ciheti birkaç cümleyle izah edelim, sonra da insanın vazifesini mütalaa edelim.

Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır. (Daha geniş bir tanımı önce derslerde yapmıştık.)

Rububiyetin saltanatı: Bu fiillerin bütün âlemi kuşatması ve âlem-i kevni ihata etmesidir. Öyle ki zerre miskal bir yer bu rububiyetin ef’alinden hariç kalmamıştır.

Rububiyetin kudsiyeti ve paklığı: Rububiyete ait fiillerde bir kusurun ve noksanlığın olmamasıdır. Şu âlemde gördüğümüz kusur eşyanın zatî kusurundan çıkmış olup, rububiyetin tecellisinden değildir.

Rububiyetin kemal-i kudreti: Allahu Teâlâ’nın kudretinin nihayetsizliği ve rububiyetine dair ef’alinin bu nihayetsiz kudretle tecelli etmesidir.

Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti: Allahu Teâlâ’nın sonsuz rahmet hazinelerine sahip olması ve rahmetinin her şeyi kuşatmasıdır. Mesela meyvedar bir ağaç, o rahmetin bir hazinesi olup, dalları rahmetin eli hükmündedir.

Bu tanımları genişletmek hatta her birine dair birkaç sayfa yazmak mümkündür. Arife işaret yeter sırrınca, biz bu kadarla iktifa ediyoruz. Sizler üstüne koyar, tefekkürünü yaparsınız.

Şimdi, Üstadımızın mezkûr ifadesini parçalayarak mütalaa edelim:

Rububiyetin saltanatı nasıl ki ubudiyeti ve itaati ister: Küçücük sultanlar dahi kendilerine karşı bir itaat ve teslimiyet isterler. Elbette Sultan-ı ezel ve ebed olan Allahu Teâlâ da saltanat-ı rububiyetine karşı kuldan bir ubudiyet ve itaat isteyecektir. Bu, saltanatın iktizası ve olmazsa olmazıdır. Hele böyle nihayet haşmette olan bir saltanat-ı rububiyetin ubudiyet ve itaat istememesi muhaldir.

Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve mualla ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile “Sübhanallah” ile ilan etsin: Rububiyetin saltanatı nasıl ki kuldan ubudiyet ve itaat istiyor. Aynen bunun gibi, rububiyetin kudsiyeti ve paklığı dahi istiyor ki:

1. Evvela kul kendi kusurunu ve naksını görsün.

2. Sonra tövbe ile kusuruna istiğfar etsin ve Allah’tan af dilesin.

3. Sonra Cenab-ı Hakk’ı bütün kusur ve noksanlıklardan tenzih etsin.

4. Ehl-i dalaletin (Hristiyan, Yahudi ve müşriklerin vs.) efkâr-ı batılası (batıl ve asılsız fikirleri) olan -hâşâ- çocuk ve eş edinmek gibi umurlardan münezzeh ve mualla olduğunu ilan etsin.

5. Yine kâinatta ve eşyada görülen bütün kusurlardan mukaddes ve pak olduğunu ilan edip, o kusurların eşyanın kabiliyetsizliğinden geldiğini kabul etsin.

İşte bütün bu maddeler “Sübhanallah” kelimesi içinde saklanmış ve bu kelime-i kudsiyenin manasında cemedilmiştir. Bu manaları tefekkür ederek “Sübhanallah” diyen kişi, rububiyetin kudsiyetine ve paklığına karşı tesbih vazifesini yapmış demektir.

Bu maddeleri önce ezberlemeli, daha sonra üzerinde tefekkür ederek iyice pekiştirmeliyiz. En azından namazlardan sonraki tesbihatta “Sübhanallah” derken bu manaları tefekkür etmeli ve manayı meleke hâline getirmeye çalışmalıyız. Yoksa sadece okumak ve anlamak yetmez!..

Metne devam edelim:

Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki abd, kendi zaafını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde “Allahu Ekber” deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin. (9. Söz)

(Kemal-i kudret: Sonsuz kudret / Âsâr: Eserler / Azamet-i âsâr: Eserlerin büyüklüğü / İstihsan: Güzel bulma, beğenme / Huzû: Mahviyet ve tevazu hâli)

“Samed” Allah’ın bir sıfatıdır. “Hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şeyin kendisine muhtaç olduğu zat” manasındadır. “Kudret-i Samedâniye” ise “Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu zatın kudreti” demektir. Şu âlemdeki bütün eserler bu kudret-i Samedâniyenin âsârıdır.

İbadetin ikinci manası, bu kudret-i Samedâniye önünde secde etmektir. Şöyle ki:

1. Kul evvela kendindeki aczi ve zaafı görecek ve bunu derinden derine tefekkür edecek.

2. Sonra diğer mahlukatın da kendi gibi âciz ve zayıf olduğunu müşahede edecek. Onlar hakkında da aynı tefekkürü yapacak.

3. Daha sonra da şu âleme bakacak ve kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârından olan; galaksilerin yaratılışı, yıldızların gezdirilmesi, semanın direksiz durdurulması, bulut ordularının sevk ve idaresi, denizlerin yaratılışı, dağların şu dünyaya birer direk ve mahzen yapılması gibi İlahî icraatlara bakacak. Kendisi bir taşı kaldıramazken, Cenab-ı Mevla’nın koca yıldızları birer tesbih tanesi gibi çevirdiğini görecek.

4. Bu tefekkürün sonunda, Mevla Teâlâ’nın bu azametli eserlerine karşı istihsan ve hayret içinde “Allahu Ekber” deyip, o büyüklüğün ve azametin karşısında hayret ve muhabbetle secdeye gidecek, O’na iltica ve tevekkül edecek.

İşte bütün bu maddeler “Allahu Ekber” sözünde saklanmış ve bu kelime-i kudsiyenin manasında cemedilmiştir. Bu manaları tefekkür ederek “Allahu Ekber” diyen kişi, rububiyetin kemal-i kudretine karşı tekbir vazifesini yapmış demektir.

Önce bu maddeleri ezberleyelim. Sonra üzerlerinde tefekkür ederek manayı iyice pekiştirelim. Daha sonra da boynu büküp “Allahu Ekber” zikrine başlayalım. Bu manaları tefekkür ede ede “Allahu Ekber” diyelim; hayret ve muhabbetle secdeye gidelim; O’na iltica ve tevekkül edelim.

Metne devam edelim:

Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr u ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabb’inin ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ve “Elhamdülillah” ile ilan etsin. (9. Söz)

(Fakr u ihtiyacat: Fakirlik ve ihtiyaç / Sual: İsteme / İzhar: Açığa vurma, gösterme / İn’amat: Nimet vermeler)

“Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti” ifadesini daha önce izah ettiğimizden tekrar izahına gerek duymuyoruz.

İbadetin üçüncü manası, rububiyetin bu nihayetsiz hazine-i rahmetine karşıdır. Bu ibadetin basamakları şöyledir:

1. Kul evvela kendi fakrını bilecek ve ihtiyacını hissedecek.

2. Sonra diğer mahlukatı temaşa edecek ve onların da aynı fakr ve ihtiyaç içinde olduklarını görecek.

3. Daha sonra sual (Allah’tan isteme) ve dua lisanıyla hem kendi ihtiyacını hem de diğer mahlukatın ihtiyacatını Rabbine izhar ve ilan edecek.

4. Bundan sonra da Rabb-i Kerim’i olan Mevlasının, kendisine ve mahlukata olan ihsan ve nimetlerine karşı şükür ve sena edecek.

İşte bütün bu maddeler “Elhamdülillah” sözünde saklanmış ve bu kelime-i kudsiyenin manasında cemedilmiştir. Bu manaları tefekkür ederek “Elhamdülillah” diyen kişi, rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmetine karşı şükür ve sena vazifesini yapmış demektir.

Yine bu maddeleri ezberlemeli, üzerinde tefekkür etmeli ve manayı meleke hâline getirmeliyiz. Bu dersleri okumadan önceki “Elhamdülillah” deyişimizle bu dersleri okuduktan sonraki “Elhamdülillah” deyişimiz arasında bir fark olmalı. Eğer fark yoksa nefsime sorarım: Bu nice okumaktır!..

Metne devam edelim:

Demek, namazın ef’al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlahîden vazedilmişler. (9. Söz)

(Ef’al: Fiiller / Akval: Sözler / Tazammun: İçine alma / Vazedilmek: Ortaya konulmak)

Bu manaları iyice öğrenmeli ve namaz kılarken bu tefekkürle kılmaya gayret göstermeliyiz. Rabbim bizleri, bu manalar üzerine namaz kılanlardan eylesin. Âmin.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin