4. Kur’an’da mezhep var mı?
İki arkadaşın hayalî münazarasına devam ediyoruz:
A: Ya sen bu sözleri bırak, bana Kur’an’dan haber var. Kur’an’da mezhep diye bir şey var mı?
B: Zaten her zaman böyle yaparsınız, sıkıştınız mı hemen “Kur’an’da var mı?” demeye başlarsınız. Sana bir şey soracağım: Her şeyin Kur’an’da olması mı lazım? Kur’an’da olmayan bir şey kabul edilemez mi? Eğer böyleyse, ben sana soruyorum:
Kur’an’da namazların rekât sayısı var mı? Mesela sabah namazının farzı kaç rekât ve nasıl kılınacak, bunu bana Kur’an’da gösterebilir misin?
Ya da Kur’an “Zekât verin” diyor. Hangi maldan ve ne oranda zekât vereceğimizi bana Kur’an’da gösterebilir misin? Mesela balın zekâtı nedir? Hububatın zekâtı nedir? Develerin zekâtı kaçta kaçtır? Bunları ve zekâtın diğer meselelerini Kur’an’da gösterebilir misin?
Hayır, gösteremezsin. Çünkü zekât ile ilgili bu meseleler Kur’an’da geçmemektedir.
Şimdi, Kur’an’da zekâtın nisabı geçmiyor diye biz kafamızdan bir ölçü mü belirleyeceğiz yoksa sünnet-i seniyyeye bakarak ölçüyü ondan mı öğreneceğiz?
Misalleri çoğaltabilir hatta sana binden fazla misal verebilirim. Sana demek istediğim şey şu: İslam’ın tek kaynağı Kur’an değildir. Kur’an ile birlikte, sünnet, icma ve kıyas da birer şer’î delildir.
Hem sen, “Kur’an’da mezhep var mı?” derken, Kur’an’da neyi bulmak istiyorsun? Yani Cenab-ı Hak kullarına dört mezhepten birini mi emredecek? Ya da İmam-ı Azam’ın, İmam Şafiî’nin ve diğerlerinin ismini zikrederek, mesela “Ey kullarım! İmam-ı Azam’a uyun. Ya da İmam Şafiî’ye uyun.” gibi bir emir mi verecek? Bunu mu bekliyorsun?
Yahu sen Kur’an’ın ruhundan ve indiriliş gayesinden ne kadar gafilsin! Eğer Kur’an’ın indiriliş hikmetini bir parça bilseydin, “Kur’an’da mezhep var mı?” diye bir soru sormazdın.
A: Kur’an’da mezhebi gösteremeyince böyle mi oldu? Ben bir daha aynı şeyi diyorum: Bana Kur’an’da mezhebi göster. Yoksa ben mezhep falan tanımam.
B: Bak kardeşim, Kur’an’da aşikâr bir şekilde elbette mezhep ve mezhep imamlarından bahsedilmez. Ancak Kur’an bize, kendisiyle amel edeceğimiz ve hayatımızın her anını kuşatacak düsturları öğretir. Anladım ki sen bu düsturların cahilisin. Hem beni de Kur’an’ı bilmez biri zannediyor ve Kur’an’la beni sıkıştıracağını zannediyorsun. Öyleyse ben de sana Kur’an’ın lisanıyla ve onun düsturlarıyla konuşayım. Bakalım, Kur’an’ın bu düsturlarından ne kadar haberdarsın.
Nisa suresi 58. ayet-i kerimede, “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerimede emanetleri ehline vermemiz emredilmiştir. Bu bir hayat düsturu olup, bütün işlerimiz için geçerlidir.
Madem Allahu Teâlâ bizlere, her emaneti ehline vermemizi emretmiş, o hâlde cevabını aramak ve bulmak zorunda olduğumuz soru şudur:
— Kitap, sünnet, icma ve kıyas dediğimiz dört delilden hüküm çıkarmak ve bir mesele hakkında fetva vermek -yani içtihad yapmak- bir emanettir. Acaba bu emanetin ehli kimdir? Ve bu emanet kime verilecektir?
Şimdi sana soruyorum:
— Yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberleyene hadis hafızı denir. Acaba hadis hafızlarının dahi fıkhi meselelerde kendilerine tabi oldukları mezhep imamları mı içtihatta emanet ehlidir? Yoksa senin gibi, yüz bin değil, yüz hadis bile ezberinde olmayan cahiller mi?
— Fıkıh âlimlerinin ilk üç tabakası olan; müctehid-i fi’ş-şer, müctehid-i fi’l-mezheb ve müctehid-i fi’l-mesail mertebesinde olan âlimler mi delillerden hüküm çıkarmada emanet ehlidir? Yoksa senin gibi, fıkıh âlimlerinin tabakalarından bile haberdar olmayan cahil cesurlar mı?
— İmam-ı Gazali’den tut İmam-ı Rabbânîlere kadar, El-Cessas’tan tut İmam Süyûtîlere kadar, her asırda gelmiş ve asırlarını ilimleriyle aydınlatmış âlimlerin, kendilerine tabi olduğu dört mezhep imamı mı fetvada emanet ehildir? Yoksa senin gibi takva ve ilim fakirleri mi?
İmam Malik ki sünnete son derece bağlı biriydi. Hazreti Peygamber (a.s.m.)’a da ileri derecede saygılıydı. Yaşlandığı zamanlarda bile Medine’de herhangi bir hayvana binmez; “Allah’ın peygamberinin medfun olduğu bu şehirde ben hayvana binemem. Resulullah’ın bedeninin gömülü olduğu bir toprağa hayvan üzerinde basmaktan hayâ ederim” derdi. Hadis rivayet edeceği zaman önce abdest alır, temiz ve yeni elbiseler giyer, güzel kokular sürünür, sonra büyük bir saygı ve vakar içinde hadisi naklederdi.
— Acaba böyle bir edep abidesi mi fetvada ehildir? Yoksa senin gibi bu zamanın edepsizleri mi?
İmam Malik, kendilerinden hadis aldığı kişilerin güvenilir, zühd ve takva sahibi olmalarına son derece dikkat ettiği gibi, aynı zamanda hadis ehlinden olmalarına da dikkat ederdi. Bu konudaki hassasiyetini şu sözleriyle dile getirmiştir: (Mescidi Nebevi’nin sütunlarını göstererek) Şu sütunların dibinde, “Peygamber (a.s.m.) şöyle dedi” diyen yetmiş kişiye rastladım. Bunların hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki beytülmal kendilerine emanet edilecek kadar güvenilir kişilerdi. Fakat onların hiçbiri hadis nakletmeye ehil değillerdi.
— Acaba hadis kabul etmede ve rivayetinde bu kadar titiz olan İmam Malik mi içtihatta emanet ehlidir? Yoksa hadis ilminden haberi olmayan sen ve emsalin mi?
Söyle bana, Kur’an bize, her işte emaneti ehline vermemizi emrediyor. İçtihad emanetini vereceğimiz ehil kimdir?
A: Ya ben senden apaçık bir ayet istiyorum. Sen bana “emanetleri ehline verme” ayetini gösteriyorsun. “Emanetleri ehline verme” ayeti mezhep hakkında mıdır?
B: Ben direkt mezhep hakkında olmadığını başta söyledim. Ama bu bir düsturdur ve bütün emanetler için geçerlidir. Hatta gözün, dilin ve aklın gibi cihazlar dahi birer emanettir. Bunları ehline vermek de onları asıl vazifelerinde çalıştırmaktır.
A: Sen bana başka bir ayet göster. Bununla tatmin olmadım. Başka göstereceğin ayet var mı?
B: Gösteririm göstermesine ama göstermeden önce yine aynı şeyi söyleyeceğim. Ayet-i kerimenin direkt bir mezhebe tabi olmaktan bahsetmesi gerekmez. Ayetlerin külli ve umumi düsturlarını hem mezhep konusunda hem de hayatımızın diğer işlerinde tatbik edebiliriz hatta etmeliyiz de. Kur’an’ın indiriliş maksadı zaten budur.
Âl-i İmran suresinin 110. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuştur: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.
Bu ayeti kerimede, bu ümmet ve bu ümmetin âlimleri, Allah tarafından, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmekle vasfedilmiştir. O hâlde bu ümmetin ittifakla emrettikleri şeyin, iyilik; ittifakla nehyettikleri şeyin de kötülük olması gerekmektedir. Aksi olamaz. Yani iyiliği menedip, kötülüğü emretmezler. Zira bu, Kur’an’ın mezkûr ayetinin beyanına zıt olur ki bu da mümkün değildir.
Madem bu ümmetin ve bilhassa âlimlerinin emrettiği şey, hayır; nehyettiği şey de şerdir, o hâlde elbette mezhepsizlik haram ve bir mezhebe bağlanmak da vacip olmalıdır. Zira bu ümmetin âlimleri 14 asır boyunca mezhepsizliğin kötü bir şey olduğunu söyleyerek mezhepsizliği nehyetmiş ve bir mezhebe bağlanmayı emretmiştir. Şimdi bu beyanlardan bir kaçını nakledelim:
İmam-ı Gazali Hazretleri şöyle diyor: Müçtehid olmayanın bir mezhep imamına tabi olması gerekmektedir. Mukallidin (yani Kur’an’dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların), tabi olduğu mezhep imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Çıkar diyen kimse de yoktur. Her yönden ona uyması gerekmektedir. Uyduğu mezhep imamına muhalefeti çirkin bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkârdır. Bu asırda yaşayanlar içinde müçtehid yoktur. Müçtehid olmayanlar da kendilerine sorulan meseleye ancak tabi oldukları mezhep imamından naklederek cevap verebilirler. Mezhep imamının içtihadını terk etmesi caiz değildir.
Ahmed bin Muhammed Tahtâvî Hazretleri şöyle diyor: Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Kurtuluş yolu, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denilen dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep; Hanefi, Maliki, Şafiî ve Hanbeli’dir. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine tabi olmayan ehl-i bid’a olup cehenneme gider.
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri şöyle diyor: Hakikat namazında kıblen dört mezhep olsun.
Abdülganî en-Nablusî Hazretleri şöyle diyor: Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Zira dört mezhepten başkasına uymak, icmadan ayrılmak olur ki bu caiz olmaz.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri şöyle diyor: Mezhepten ayrılmak ve mezhepsiz olmak ilhad yani küfürdür. Dört mezhepten birini terk eden, boynundan İslam ipini çıkarmıştır.
İbni Melek şöyle diyor: Şimdi yeryüzündeki bütün Müslümanlar mukallittir. Yani taklit ehli olup bir mezhebe bağlanması gerekmektedir. Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun içtihatta bulunamaz. Ancak müçtehidlerin bildirdikleri hükümleri naklederler.
İbni Âbidin ve Şevâhidü’l-Hak Hazretleri şöyle diyor: İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki: Hicretin dördüncü asrından sonra tek başına içtihad yapabilecek âlim dünyaya gelmemiştir. Şimdi bütün Müslümanların bilinen dört mezhepten birine uymaları lazımdır. Çünkü şimdi Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin tamamını anlayıp, bunlardan hüküm çıkarabilecek ilim sahibi yoktur. Zaten bir mezhebe uyulursa, Kur’an’a ve Resulullah’ın sünnetine uyulmuş olur.
Celâleddin-i Süyûtî gibi büyük bir âlim müçtehid olduğunu söyleyince, zamanındaki âlimler Süyûtî Hazretlerine bir soru sordular ve ona: “Önceki âlimler bu mesele hakkında iki farklı cevap vermişlerdir. İçtihadın en aşağı derecesinde olan bunlardan birini seçebilir. Sen müçtehid isen bunlardan birini seçip bize haber ver.” dediler. Süyûtî Hazretleri Allah’tan korktuğu için, isabet edememe endişesinden dolayı birini seçmeğe cesaret edemedi.
İbni Hacer Hazretleri bu olay üzerine der ki: En aşağı derecedeki içtihad olan, iki haberden birini tercih etme işi böyle zor olursa, mutlak müçtehid olmanın imkânsızlığı anlaşılmalıdır.
Şeyhülislam Zekeriyya Hazretleri şöyle der: Mezhep imamları, kapalı olarak bildirilen hadis ve ayetleri izah edip açıklamasalardı, bunların hiçbirini anlayamaz ya da yanlış anlardık.
Büyük âlim Muhammed Hâdimî Hazretleri “Berika” kitabında şöyle diyor: Şer’î delillerin kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak dört olması, içtihad mertebesindeki müçtehid âlimler içindir. Mukallidler (yani müçtehid olmayanlar) için delil ve senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür ve mezhep imamının görüşüdür. Çünkü mukallidler ayet ve hadisten hüküm çıkaramaz. Bunun için, mezhebin bir hükmü ayet ve hadislere uymuyor gibi görünse de yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü ayet ve hadislerin tevili gerekebilir, neshedilmiş ve hükmü kalkmış olabilir. Bunu da ancak müçtehid âlimler bilir.
İmam Şafiî Hazretleri şöyle diyor: İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin görüş ve içtihadını beğenmeyene Allahu Teâlâ lanet etsin! Çünkü bütün müçtehidler, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin çocukları hükmündedir.
Tâceddin-i Sübkî Hazretleri şöyle diyor: Peygamberlerin varisi olan mezhep imamlarına karşı edepli olunmalıdır. Din imamlarına dil uzatan felakete gider. Onların her sözü bir delile dayanır.
Muhammed Zâhid Kevserî şöyle diyor: Mezhepsizlik, dizsizliğe giden köprüdür.
Tahtâvî Hazretleri şöyle diyor: Ehl-i sünnetin onlarca mezhebinden dört tanesi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Müçtehid olmayanların bütün hareketlerinde ve ibadetlerinde bir müçtehide tabi olması yani bu dört mezhepten birinde bulunması gerekmektedir.
Bu meselede söylenen sözlerin tamamını nakledecek olsak hususi bir kitap olabilir. Zira 14 asır boyunca her âlim bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu ve mezhepsizliğin caiz olmadığını beyan etmiştir. Meseleyi daha fazla uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyor ve şimdi sana diyorum ki:
Âl-i İmran suresi 110. ayet-i kerime, bu ümmetin hayırlı bir ümmet olarak insanlar için çıkarıldığını ve hayırlı ümmet olması altında yatan ana sebebin de iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek olduğunu bildirmiştir. Demek, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek bu ümmetin bir vasfıdır. Yine bu ümmet, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın, “Ümmetim asla dalalet üzerinde birleşmez.” hadisiyle, asla batılda ittifak etmeyecektir. O hâlde şu muhakemeyi yapabiliriz:
– Madem Kur’an’ın ifadesiyle, bu ümmetin vasfı iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmektir.
– Ve madem Peygamberimiz (a.s.m.)’ın beyanıyla, bu ümmet asla batılda ittifak etmeyecektir.
– O hâlde hakkında ittifak edilen bir mesele batıl olmayıp hak olacaktır.
– Madem hakkında ittifak edilen mesele hak olacaktır, o hâlde bir mezhebe bağlanmak da hak olmalıdır. Zira İslam âlimlerinin tamamı bu meselede ittifak etmiş ve hepsi bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu söylemiştir. Hatta sadece sözle yetinmeyip, yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte bilen o büyük âlimler, dört mezhepten bir mezhebe tabi olarak, fıkhi konularda o büyük mezhep imamlarını taklit etmişlerdir.
A: Yaptığın izahlar mantıklı, kabul ediyorum. Ancak yine ayet-i kerimeyle kurduğun alaka bana göre çok uzak. Sadece “bu ümmetin iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesi” vasfıyla, bir mezhebe bağlanmanın gerekliliğini ispat edemezsin.
B: Ben, “Bu ayet sadece mezhep hakkında inmiştir.” demiyorum ki. Şunu diyorum: Bu ayet, bu ümmetin ve bilhassa bu ümmetin âlimlerinin ittifakla emrettiği şeyin, hayır; ittifakla nehyettikleri şeyin de şer olduğunu bildirmektedir. Sen şimdi bunu dilediğin meselede kullanabilirsin. Neyin iyi neyin kötü olduğunu anlamanın bir kısa yolu, ümmetin o meseledeki ittifakına bakmaktır. Yani bütün ümmet bir şeye kötü diyorsa, o şey iyi olamaz. İyi diyorsa da kötü olamaz. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğe kötü demiş. Onların kötülüğünde ittifak ettiği bir mesele iyi olamaz. Ben bunu diyorum.
A: Bence kurduğun alaka yine de çok uzak. Dediklerin mantıklı ama dolaylı… Bana daha kuvvetli bir ayet göstermelisin.
B: Daha çok ayetler gösterebilirim. Ama yine hatırlatıyorum: Ben, “Bu ayet mezhep hakkında inmiştir.” demiyorum. “Bu ayetin bildirdiği düstur ile mezhep meselesine baktığımızda bir mezhebe bağlanmanın gereği ortaya çıkıyor.” diyorum. Bu meseleyi iyi anla ki beni ayetleri yanlış teville suçlama.
Âl-i İmran suresi 7. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Hâlbuki müteşabih ayetlerin tevilini (yani izahını) Allah’tan ve ilimde râsih olanlardan başkası bilmez.
Ayette geçen müteşabih: Manası gizli olup, zahirî manasından başka manaya gelen ayetlerdir.
“Râsih” kelimesinin lügat manası ise: İlim ve fennin derinliğine vukufiyet, sağlamlık, tam manasıyla sabit olmak ve yerleşmek demektir.
Bu ayet-i kerimede, Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bileceği; Allah ve râsih âlimlerden başkasının ise Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayamayacağı beyan buyrulmuştur. O hâlde diyebiliriz ki: Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayabilmek için tek yol, ilimde râsih olmak ya da ilimde râsih olanlara başvurmaktır.
“İlimde râsih olmayı” İmam-ı Rabbânî Hazretleri şöyle izah ediyor: Râsih âlimler, nefislerini tam manasıyla mutmain etmişler ve bu sebeple, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a uymanın hakikatinden ibaret olan şeriatın hakikatini kazanmışlardır. Bu kemal başkalarında bulunmaz. Biz burada “râsih âlimlerin” bir alametini açıklayalım ki zahiri bilen herkes ilimde râsih olduğunu iddia etmesin ve nefs-i emmâresini, nefs-i mutmainne zannetmesin. Râsih âlim o kişidir ki: Onun için, kitap ve sünnetin müteşabih kısmının tevil ve izahında büyük bir nasip vardır. Ayrıca onlar için, Kur’an surelerinin başlarında bulunan mukattaa harflerinin sırlarından da büyük bir hisse vardır.
Demek, ilimde râsih olanlar, ilim ve amel ayaklarıyla ilimlerin madenlerine ulaşan ve çalışarak elde ettikleri ilimlerini, Allah tarafından verilen ledünnî ilimlerle birleştiren kimselerdir.
İlimde râsih olma hususunda çok sözler söylenmiş ve pek çok izahlar yapılmıştır. Ben meselenin bu cihetini daha fazla uzatmamak için bu kadarla iktifa edip, ayetin, mezhep imamlarına uymaya işaret eden bölümüne geçmek istiyorum.
Mezkûr ayet-i kerimede iki hususa dikkat çekilmiştir:
1. Kur’an’da müteşabih kısmın varlığına.
2. Bu müteşabih kısmın manalarını sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bildiğine.
Şimdi sana sorum şu: Madem Kur’an’ın müteşabih kısmı var. Ve madem bu müteşabih kısmı sadece Allah biliyor ve ilimde râsih olanlar anlayabiliyor. Acaba sen ilimde râsih olanlardan mısın? Eğer değilsen -ki olmadığın her hâlinden bellidir- Kur’an’ın bu müteşabih kısmını anlayabilmek için ne yapacaksın?
Elbette yapabileceğin tek şey, ilimde râsih olanlara başvurmaktır. Eğer ilimde râsih olanlara başvurmayıp, kendi başına Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını anlamaya çalışırsan, ya anlayamaz ya da yanlış anlar ve kendine yazık edersin. Çünkü Allahu Teâlâ, bu kısmı sadece ilimde râsih olanların anlayabileceğini bildirmiştir. İlimde râsih olmanın da ne demek olduğunu izah ettik ki sen asla onlardan değilsin.
Ayrıca Kur’an’ın müteşabih kısmı olduğu gibi, hadislerin de müteşabihi vardır. Ve bu müteşabihler Kur’an’dakinden daha çoktur. O hâlde hadisin müteşabihini anlamak için de Kur’an’ın müteşabihini anlamak için başvurduğumuz yola başvurmak, yani onu da râsih âlimlere sormak ve işin aslını onlardan öğrenmek zorundayız.
İlimde râsih olmayan bizlerin, Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihini anlamak için ilimde râsih olanlara başvurması gerekliliği ayan beyan belli olduktan sonra, şimdi sana şu soruları sormak istiyorum:
— Acaba bir milyon hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen Ahmed İbni Hanbel Hazretleri mi ilimde râsihtir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan sen ve emsalin mi?
— Acaba Kur’an’ın şer’î ve lügat manalarını ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi’l-ibare, dall-i bi’l-iktiza, dall-i bi’l-işare, nâsih, mensuh ve diğer aksamı kendilerinde meleke hâline gelmiş mezhep imamları mı râsih âlimdir? Yoksa Kuran’ı ancak yüzünden okuyabilen sizler mi?
— Acaba sadece bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyebilecek kadar zeki olan İmam Muhammed mi ilimde râsihtir? Yoksa kalbinde Kur’an’dan toplam on sayfa bile olmayan nasipsizler mi?
— Acaba bir sayfayı okurken eliyle karşı sayfayı kapatan ve “Niçin böyle yapıyorsunuz?” sorusuna, “Gözüm o sayfaya ilişince sayfanın tamamını ezberliyorum.” diyerek cevap veren ve bir sayfayı sadece bir defa görmekle ezberleyen İmam Şafiî gibi bir deha mı ilimde râsihtir? Yoksa unutkanlık hastalığına müptela olmuş, bırak okuduğunu ezberlemeyi ve ezberlediğini unutmamayı, daha bir gün önce yediği yemeği bile unutan sizler mi?
— Acaba daha 10 yaşlarında iken, 40 senede tahsil edilebilen bir ilmi sadece 3 ayda tahsil ederek 90 cilt kitabı ezberleyen Bediüzzaman Said-i Nursi mi ilimde râsihtir? Yoksa okuduğu kitabı bile anlamakta zorlanan cahiller mi?
— Acaba İmam Şafiî’nin beyanıyla, bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan İmam-ı Azam mı ilimde râsihtir? Yoksa bu büyük âlimlere hakareti kemal bilen zavallılar mı?
Soruları çoğaltmak mümkün. Benim bu sorulara verdiğimiz tek cevap şu: Başta dört mezhep imamı olarak, onların yolundan giden büyük âlimler ve allameler ilimde râsihtir. Ve biz hem Kur’an’ın hem de hadislerin müteşabihini onlardan öğreniriz.
A: Ya soruların aklımı biraz başıma getirdi ama daha teslim olmama çok var. Söylediklerin mantıklı olmakla birlikte, ben yine de bir mezhebe tabi olmayı daha açık emreden bir ayet-i kerime görmek istiyorum. Galiba hazinende böyle bir ayet yok. O yüzden evirip çeviriyorsun.
B: Var var hem de birkaç tane var. Ama gördüğüm şey şu ki sen açıkça İmam-ı Azam’ın ve diğerlerinin ismini Kur’an’da görmek istiyorsun; “Görmezsem kabul etmem.” diyorsun. Bunun olmayacağını sana söylemiştim. Senin amacın öğrenmek değil, inat ederek inkâr etmek. Hani aramızda bir altın kural vardı. Aklın ve vicdanın kabul ettiği şeyde inat ederek muhalefet etmeyecektik. Sana anlattığım şeyleri aklın ve mantığın kabul etmiyor mu?
A: Kabul ediyor da… Biraz daha açık olsa daha çok kabul edecek.
B: O hâlde ben de sana daha açık bir ayet-i kerime göstereyim:
Nisa suresinin 115. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş: Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.
İmam Şafiî Hazretleri, icmanın (yani İslam âlimlerinin bir mesele hakkındaki ittifaklarının) şeriatta bir delil olduğuna ve hakkında icma olan bir hükme muhalefet etmenin haram olduğuna bu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir. İmam Şafiî Hazretleri, bu ayetin icmaya delaletini şöyle izah eder:
Bu ayet-i kerimenin beyanıyla, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” yasaktır ve haramdır. O hâlde müminlerin yoluna uymak vacip olmalıdır. Müminlerin yoluna da icma denir. Ayrıca Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimesiyle, müminleri iki şeyle tehdit etmiştir:
1. Allah’ın resulüne muhalefet etmek.
2. Müminlerin yolundan başka bir yola uymak.
Sadece Peygambere muhalefet etmenin böyle bir tehdidi tek başına gerektirdiği kati delillerle sabittir. Dolayısıyla “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” tek başına tehdidi gerektirmemiş olsaydı, bu takdirde, tehditte herhangi bir tesiri olmayan şeyin, bu tehdidi tek başına gerektiren bir şeye lüzumsuz olarak ilave edilmesi söz konusu olurdu. Böyle bir şey ise caiz değildir ve belagat ilmine zıttır. Hâlbuki Kur’an, belagat (yani söz söyleme) sanatının zirvesindedir.
Bu durumda, hem Peygambere muhalefet etmenin hem de “müminlerin yolundan başka bir yola uymanın” tek başlarına tehdit sebebi olduğu meydana çıkmış olur. Bununla da hakkında ittifak edilmiş bir hükme yani icmaya muhalefet etmenin haram olduğu ve icmaya uymanın vacip olduğu sabit olur. Zira “müminlerin yoluna uymamak” ifadesi, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” demek olur ki müminlerin yolundan başka bir yola uymak haram olunca, müminlerin yoluna yani icmaya uymak da vacip olur. Çünkü bu iki zıt tarafın dışına çıkılamaz.
Madem bu ayet-i kerime, icmanın şer’î bir delil olduğuna ve İslam âlimlerinin ittifak ettiği bir meselede onlara muhalefet edilemeyeceğine aşikâr bir delildir. O hâlde mezhepsizlik haram olmalıdır. Çünkü İslam âlimleri, müçtehid olmayan Müslümanların bir mezhebe bağlanması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu meselede âlimler arasında en küçük bir ihtilaf dahi yoktur. Hiçbir Ehl-i sünnet âlimi mezhepsizliği ders vermemiş hatta İmam Gazali’den tutun İmam Rabbânîlere; İmamların güneşi lakabıyla meşhur İmam Serahsî’den tutun İmam Kurtubîlere kadar, en derin âlimler dahi fıkhi meselelerde bir mezhep imamına tabi olmuş ve onu taklit etmişlerdir.
Şimdi sen, mezhebe uymanın vacipliğini inkâr edebilmek için iki şeyden birini yapmalısın:
1. İcmanın delil olmadığını ispat etmelisin. Zira ispat edemezsen icmayı şer’î bir delil olarak kabul etmek zorunda kalırsın. Bir mezhebe bağlanmak hakkında da İslam âlimlerinin icması olduğunu göre; icmayı kabul etmek, aynı zamanda bir mezhebe bağlanmayı kabul etmek demektir. Bu da mezhepsizliğin icmaya muhalefet olduğundan dolayı caiz olmadığı neticesini verir.
Bunu yapman yani icmanın şer’î bir delil olduğunu inkâr etmen mümkün değildir. Zira tefsirini yaptığımız ayetin ve icmanın delil olduğunu bildiren diğer ayet ve hadislerin delaletiyle icmaya uymak vaciptir. Kimse bu ayet ve hadislerin beyanını çürütemez.
2. Madem birinci şıkkı uygulayamıyorsun, o hâlde mezhebi inkâr edebilmek için ikinci yoldan gitmelisin. O yol da şudur:
Mezhepsizlik hakkında bir icmanın olduğunu göstermek zorundasın. Bunu yapabilirsen, icmaya uyduğunu iddia ederek mezhepsizliği savunabilirsin. Aksi taktirde icmaya muhalefet ettiğini kabul etmek zorunda kalacaksın.
Bunu yapman da mümkün değildir. Zira 14 asır boyunca İslam âlimleri ve Ehl-i sünnet uleması mezhepsizliğin haram olduğu konusunda ittifak ederek büyük bir icmayı oluşturmuştur. Mezhepsizliği savunan ancak senin gibi bir iki cahildir.
A: İtiraf ediyorum, bu ayete yaptığın izah beni biraz sarstı. Önceki ayetlerdeki izahlarına kulp takıyor ve bir şeyler söylüyordum ama bu ayete yaptığın izaha karşı söyleyecek tek kelimem yok. Sanki sana biraz ikna oldum gibi… Ama daha yolun çok başındayım. Benimle biraz daha uğraşman gerekecek. Başka gösterecek ayetin var mı?
B: Merak etme, deliller de ayetler de bitmez. Yeter ki sen insafla dinle. İnsafın inşallah hidayetine vesile olur.
Sana şimdi başka bir ayet-i kerimeyi göstereyim. Nisa suresinin 59. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş: Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere ve sizden olan ulu’l-emre itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulüne götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak bizden üç itaat istemiştir.
Birinci itaat: Ona karşı yapılan itaattir.
İkinci itaat: Resulüne yapılan itaattir.
Üçüncü itaat: Ulu’l-emre yapılan itaattir.
— Acaba buradaki ulu’l-emr ile kimler kastedilmiştir?
Kur’an’ı en iyi anlayan İbni Abbas, Cabir İbni Abdullah, İmam Mücahid, İmam Hasan, İmam Ata ve birçok âlime göre, “ulu’l-emr” tabirinden maksat âlimlerdir.
İmam Kurtubî, tefsirinde İmam-ı Malik’in de aynı görüşte olduğunu nakleder.
İmam Dahhak’a göre de ulu’l-emr, dini en iyi bilen fıkıh âlimleridir.
Celâleddin-i Süyûtî gibi 200.000 hadisi ezberlemiş büyük bir âlim “Itkan” adlı eserinde, ulu’l-emrin din ve fıkıh âlimleri olduğunu bildirmiştir.
A: Ama ulu’l-emrin “âlimler” olduğuna dair ayette açık bir beyan yok ki?
B: Bak, sana genel bir kaide söyleyeyim: Bir fende veya sanatta, ihtilaf edilen bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. O fenden ve sanattan anlamayan birisi, ne kadar da dâhi olsa sözü orada geçmez ve onun sözüne itibar edilmez.
Mesela küçük bir hastalığın keşfinde büyük bir mühendisin sözüne bakılmaz. Tıp konusunda söz doktorlarındır ve basit bir doktorun sözü, bu fenden olmayan büyük bir dâhinin sözünü tercih edilir.
Şimdi, Kur’an’ı en iyi anlayan ismini saydığımız ve sayamadığımız yüzlerce âlim, ayet-i kerimede bahsi geçen ve “kendisine itaat etmemiz emredilen” ulu’l-emrin din âlimleri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu konudaki söz hakkı onlara aittir. Zira bu ilmin dâhileri onlardır. Onların bu ittifakına karşı başkalarının sözü, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalır.
Ayette geçen ulu’l-emrin âlimler olduğuna dair başka bir delil de şudur:
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede, ulu’l-emre itaati katiyetle emretmiştir. Allahu Teâlâ’nın bu şekilde katiyetle itaati emrettiği kişinin mutlaka hatadan masum olması gerekmektedir. Çünkü hatasız olmazsa, emir mutlak olduğu için, Allah’ın ona hata hâlinde de uyulmasını emretmiş olması icap eder. Bu ise mümkün değildir.
Demek, Allah’ın itaati emrettiği kişinin kesinlikle hatadan masum olması gerekir. Bu masum şahsiyet ise ya bu ümmetin fertleridir ya da ümmetin bir topluluğudur. Ümmetin fertleri olması mümkün değildir. Zira ümmet fertlerinin hatasız olması düşünülemeyeceği gibi, ümmetin böyle ender kimseleri bulup onlardan dini öğrenmeleri de mümkün değildir ve ümmetin bu konudaki acziyeti aşikârdır.
Dolayısıyla ayet-i celilede geçen ulu’l-emrin bir topluluk olması gerekmektedir. Bu da fetva verme yetkisine sahip olan müçtehid âlimler topluluğudur. Zira fertler hata yapsa da İslam âlimleri hata üzerinde toplanmaz. İşte bu mütalaa neticesinde ayette geçen ulu’l-emrin âlimler topluluğu olduğu sonucuna varılır.
Ayrıca âlimlere “ulu’l-emr” denileceğini şu ayet de ispat eder: Müminlerin hepsinin birden topluca savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır. Umulur ki onlar Allah’ın azabından sakınırlar. (Tevbe 122)
Bu ayet-i celilede, âlimlerin korkutmasıyla diğerlerinin sakınması gerektiği belirtilmiş ve korkutulanlara âlimlerin sözünü kabul etmeleri vacip kılınmıştır. Bu itibarla âlimlerin “ulu’l-emr” ismini almaları çok isabetlidir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Mezkûr ayet-i kerimede, Allah ve Resulü ile birlikte, ulu’l-emre de itaat etmemiz emredilmiştir. Burada kastedilen “ulu’l-emr” bu ümmetin müçtehid âlimleridir. Zira:
1. İbni Abbas gibi, “Devemin yularını kaybetsem Kur’an’da bulurum.” diyen bir âlim, Celâleddin Süyûtî gibi 200.000 hadisi ezberlemiş bir muhakkik ve bunlar gibi yüzlercesi ulu’l-emrin âlimler olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların sözü yanında başkalarının sözünün hiçbir kıymeti yoktur.
2. Kendisine itaat emredilen ulu’l-emrin mutlak manada masum olması lazımdır ki her konuda kendisine itaat edilebilsin. Masum olmaması hâlinde, günahta da itaatin olması gerekir ki bu caiz değildir. Hâlbuki peygamberler hariç hiçbir fert mutlak manada hatadan masum değildir. O hâlde burada kendisine itaat emredilen ulu’l-emr fert değil, bir cemaat olmalıdır. Zira fert hata yapsa da cemaat bir hatada ittifak etmez. Bu cemaat ise âlimlerden başkası olamaz. Zira sultan ve kumandanların böyle bir cemaati oluşturması mümkün değildir. Netice itibarıyla, âlimlerin ittifak ettiği bir konuda onlara itaat, ayet-i kerimenin emridir ki onlar da bir mezhebe bağlanma konusunda ittifak etmişlerdir.
Ayrıca ayetin devamına da dikkat çekmek istiyorum:
Ayetin devamında “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne götürün.” buyrulmuş. Bu kavl-i şerif -icmadan başka- kıyasın da hak ve şer’î bir delil olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:
Ayet-i kerimede, kendisinde ihtilafa düşülen bir meselenin Allah’a ve Resulüne götürülmesi emredilmiştir. Bir meselede ihtilafa düşmek için, o meselenin Kur’an’da ve hadislerde açıkça geçmemesi gerekmektedir. Zira kendisinde ihtilafa düşülen mesele Kur’an’da ve hadislerde açıkça beyan edilseydi, zaten onun hakkında çekişmeye gerek kalmazdı.
İşte böyle bir meselenin halli için takip edilecek yol, ayetin emriyle, onu Allah’a ve Resulüne götürmek, yani Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmiş meselelere kıyas ederek hükmü çıkarmaktır.
Demek, bu ayet kıyası emretmiştir ki bu, hükmü açıkça belirtilenlerin arasından, hükmü belirtilmemiş olan bir meselenin emsalinin arayıp bularak, onları birbirine benzetip kıyas ederek hükmü ortaya koymaktır.
Şimdi sana sorum şu: Madem kıyas şeriatın bir delilidir ve kıyas ile hükmü bulunacak meseleler çoktur. Acaba bu kıyası kim yapacaktır?
— Bir milyon hadis-i şerifi ezberlemiş Ahmed İbni Hanbel mi? Yoksa ezberinde 100-200 hadis olmayan sen mi?
— Ya da bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyen İmam Muhammed ve dört yaşında hafız olan Said İbni Uyeyne mi? Yoksa Kur’an’ı sadece mealinden okuyup kendini âlim zanneden sizler mi?
— Ya da İmam Şafiî’nin beyanına göre, bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan İmam-ı Azam mı? Yoksa fıkıh usulü ve kaidelerinden habersiz olarak sadece zannıyla hükmeden cahil cesurlar mı?
Kim kıyas edecek?
Bizler bir mezhebe bağlı olarak, “Bu işin erbabı olan mezhep imamları kıyas edecek.” derken, siz mezhepsizler “Biz de kıyas ederiz.” demektesiniz. Hâlbuki kıyas edebilmek için, kıyas edilecek Kur’an’ı ve hadisleri çok iyi bilmek gerekmektedir. Mezhep imamlarının her biri beş yüz binden fazla hadisi, ravileri ile birlikte ezbere bilen dâhi zatlardı.
— Bu zamanda kendisini onlara kıyas edenlerin hıfzında acaba kaç hadis var?
— Kaç hadis ravisini tanıyorlar?
— Hadislerin cerh ve tadillerine, nâsih ve mensuhlarına, tarik-i vürudlarına vakıf mıdırlar?
— Yine bunlar, mezhep imamlarının son derece vakıf olduğu, Kuran’ın şer’î ve lügavi manaları ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi’l-ibare, dall-i bi’l-iktiza, dall-i bi’l-işare, nâsih, mensuh gibi aksam ve manalar, bunlarda meleke hâlinde midir?
— Boş ver meleke hâlinde olmasını, sen bu saydıklarımızın manalarını biliyor musun?
Hâl böyle iken, hangi cesaretle içtihada kalkıyorsun? Allah’ın razı olmadığı bir hükmü vermekten korkmuyor musun? Çıkardığın hükmün hadislere zıt olmasından ve Peygamberimize muhalefet etmiş olmaktan endişe edip titremiyor musun? Herhâlde cesaretini cehaletinden alıyorsun!
Ne diyeyim, Allah böyle cahil olmaktan ve böyle cahillerin peşine takılmaktan bizleri muhafaza eylesin!
A: Vallahi ne diyeceğimi ve nasıl muhalefet edeceğimi bilemiyorum. Ben seninle münazaraya başlarken seni kolayca mağlup edeceğimi zannediyordum. Ama sen karşıma topla tüfekle değil, âdeta tankla uçakla çıktın. Ben senin anlattıklarını bu güne kadar hiç duymamıştım. İnadım iyicene kırıldı. Hatta daha fazla öğrenmeyi arzuluyorum. Bana başka ayetler de gösterebilir misin?
B: Elbette gösteririm. Nisa suresinin 83. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuştur: Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Peygambere ve kendilerinden olan ulu’l-emre götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi…
Bu ayet-i kerimede, “sonuç çıkarmaya gücü yetenler” olarak mana verdiğimiz “istinbat” kelimesinin aslı “nebt”tir.
Nebt: Kuyudan ilk çıkan suyun ismidir.
Bir fıkıh âliminin içtihad yaparak hadis ve ayetlerden hüküm çıkarması, zorluğu ve güçlüğü bakımından kuyudan su çıkarmaya benzetildiği için “istinbat” diye isimlendirilmiştir.
İşte, “Onlardan istinbat edenler elbette onu bilirlerdi.” ayet-i kerimesindeki “onlar” zamiri, ulu’l-emre racidir ve içtihada delildir. Demek, bu ayetin ifadesiyle, “istinbat” ulu’l-emrin sıfatıdır ve Allahu Teâlâ, istinbat yapabilen ulu’l-emre müracaat edilmesini bizlere emretmiştir.
Bu ayette geçen, emrin kendilerine götürüleceği kişiler yani ulu’l-emr, Fahreddin er-Râzî’ye göre de ilim ve içtihad sahibi âlimlerdir. Aynı manayı İbni Âbidin Hazretleri de nakletmiş ve görüşüne Hazreti Aynî’yi delil yapmıştır.
Fahreddin er-Râzî Hazretleri: “Bu ayet dört şeye delalet etmektedir.” der ve şöyle sıralar:
1. Hükmü açıkça belirtilmeyen meselelerde istinbat ve içtihad yapılması gerektiğine.
2. İstinbatın yani içtihadın şer’î bir delil olduğuna.
3. Resulullah (a.s.m.)’ın istinbatla görevli olduğuna.
4. Müçtehid olmayan avamın fıkhi hükümlerde müçtehid âlimleri taklitlerinin vacip oluşuna. Zira ayet-i kerimede, meselelerin hükümlerine vakıf olmayanların ehl-i istinbata yani müçtehid âlimlere başvurmaları gereği açıkça beyan edilmiştir.
Bütün bu izahlardan sonra, mezhepsizliği tercih ederek “Ben de istinbat ehliyim.” dersen, sana derim ki:
— Hıfzında kaç hadis var?
— Bu hadisleri kimlerden öğrendin?
— Senetlerindeki ravilerden kaçını tanıyorsun?
— Hadislerin cerh ve tadillerine, nâsih ve mensuhlarına ve tarik-i vürudlarına vakıf mısın?
— Ve en önemlisi: Hadis hafızı olan ve 100.000 hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen zatların cesaret edemediği istinbat ve içtihad işine hangi cesaretle soyunuyorsun?
A: Meseleye hiç bu açıdan bakmamıştım. İtiraf edeyim, sorularına verecek cevap bulamıyorum. Ama bu kadarla fikrimden vazgeçip bir mezhebe girecek de değilim. Bana gösterecek başka ayetlerin var mı?
B: Elbette var. Sana beş ayet-i kerime daha göstereceğim. Ama şu noktaya tekrar dikkat çekmek istiyorum: Bizler, “Bu ayetler mezhepler hakkında inmiştir.” demiyoruz. Dediğimiz şey şudur: Kur’an’ın düsturları külli ve kapsamlıdır. Bu düsturları hayatımızın her anında kendimize rehber yapmak ve meselelerimizi bu düsturlarla çözmek zorundayız. Bizim Kur’an’da aradığımız şey, Kur’an’ın külli düsturlarına bakarak mezhepler meselesinde nasıl bir yol takip etmemiz gereğidir. Ayetlere yapılan izahları bu noktayı kaçırmadan dinlemelisin.
A: Tamam, bu noktayı hep aklımda tutacağım.
B: O hâlde şimdi diğer ayetlerin kapısını çalalım ve mezhepler meselesinde nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini ayetlerin külli düsturlarından çıkaralım.
Zümer suresinde şöyle buyrulmuştur: De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahibi olanlar anlar. (Zümer 9)
Bu ayetin açık ve net beyanıyla, bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Madem bilenler ile bilmeyenler bir değildir, o hâlde cevaplandırılması gereken soru şudur:
— Fıkıh ilmini kimler biliyor ve bu ilmi kimler bilmiyor?
Daha önce izah ettiğimiz gibi, fıkıh ilmini bilenler yedi mertebe olup, sadece ilk üç mertebedekiler içtihad yapabilmekte ve fetva verebilmektedir. Bu üç mertebeden de üçüncü mertebede olanlar sadece mezhep imamının içtihad yapmadığı meselelerde içtihad yapabilmekte ve diğer meselelerde mezhep imamının tabi olmaktadır.
Demek, mutlak içtihad yapabilenler sadece birinci ve ikinci tabakada olan fakihlerdir. Hatta ikinci tabakada olanlar da içtihad yapmanın usul ve kaidelerini koyamamış, içtihadın usul ve kaidelerinde kendi mezhep imamlarını taklit ederek, o usul ve kaidelerin dışına çıkamamışlardır.
Sözün özü: Madem ayetin ifadesiyle, bilen ile bilmeyen bir değildir. Ve madem bu ümmetin âlimlerinin ittifakıyla, dört delilden hüküm çıkarma işi sadece ilk üç basamaktaki müçtehidler için söz konusudur. O hâlde şu iki ihtimalden birini kabul etmemiz gerekir:
1. Bu zamandaki mezhepsizler ilk üç tabakadaki fıkıh âlimlerinin mertebesindedir. Yani İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbânîlerin giremediği bu mertebeye bunlar girmiştir. Buna ise kargalar bile güler!
2. Bu zamandaki mezhepsizler hadlerini aşmış birer mütecavizdir. Fıkıh ilminin yedinci tabakasında bile olmadıkları hâlde kendilerini ilk üç tabakadaki âlimlere eş tutmuşlar; aldanmışlar ve aldatmışlardır. Doğru şık budur. Bundan başka bir şık da yoktur.
İkinci ayet-i kerime, Bakara suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Allah dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene pek çok hayır verilmiştir. Bunu ise ancak akıl sahipleri anlar. (Bakara 269)
Ayeti kerimede geçen hikmet, İbni Abbas, İmam Dahhak, İmam Mücahid ve diğer âlimlere göre, Kur’an’ı anlamak, ilim ve fıkıhtan ibarettir.
Bu ayet-i kerimede dikkat çekilen unsurları şöyle sıralayabiliriz:
1. Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir.
2. Kendisine hikmet verilen kula büyük bir hayır verilmiştir. Demek, hikmet çok kıymetli ve müstesna bir şeydir.
3. Hikmetin bu üstünlüğünü ve kıymetini ise ancak akıl sahipleri anlayabilmekte, diğerleri ise hikmetin bu faziletinden gaflet etmektedir.
Şimdi, ayetin beyan ettiği bu üç unsurun bir mezhebe bağlanmaya dair işaretine geçiyoruz:
1. Madem ayetin açık beyanıyla, Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba hikmetten azami mertebede hissesi olan kullar kimlerdir?
Acaba İmam-ı Âzam, İmam Şafiî, İmam Malik, Ahmed İbni Hanbel ve diğer müçtehid âlimlerin hikmetten nasibiyle, bizim nasibimiz ya da kendini âlim zanneden mezhepsizlerin nasibi aynı mıdır?
Daha önce fıkıh âlimlerinin mertebelerini işlediğimiz derste öğrendik ki hikmetin bir şubesi olan fıkıhta, İmam-ı Gazalilere, Süyûtîlere, İmam-ı Rabbânîlere dahi verilmeyen bir hikmet, başta dört mezhep imamı olarak diğerlerine verilmiştir. Bu sebeple İmam-ı Gazali gibi büyük allemeler, fıkıhta o büyük zatlara tabi olmuşlardır.
O hâlde bir mezhepsiz için yol ikidir:
– Ya dört mezhep imamına verilen hikmetin aynısının kendisine de verildiğini kabul edecek ve bu kabulle de kargaları bile kendine güldürecek. (Bu zamanda yetişen âlim zatların niçin mezhep imamlarına yetişemeyeceği konusunu ileride bir başlık altında işleyeceğimizden dolayı burada bu konuya girmiyor, meraklılarını ilerideki bölüme havale ediyoruz.)
– Ya da aklını başına alarak, kendisine hikmet verilen mezhep imamlarına tabi olacak. Meselelerin izahlarını onlara sorup öğrenecek. Yani o zatların kitaplarına müracaat edecek.
2. Madem Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba kendisine hikmet verilmeyen kullar ne yapacaktır?
İslam’ın hükümlerini, helali ve haramı, ibadetlerin eda şekillerini ve diğer meseleleri nasıl öğrenecek ve İslami hayatını nasıl devam ettirecektir?
Aslında her hâlükârda bir mezhebe bağlanmak vardır. Zira bir mezhebe tabi olmayı inkâr edenler de kitaplar yazmakta ve kitaplarında kendi fehimlerine göre birçok konuyu inceleyip neticeye bağlamaktadır. Onların talimiyle mezhep imamlarını ve bir mezhebe bağlanmayı inkâr edenler de bu zatların kitaplarını okumakta ve onların sözleriyle amel etmektedir. Yani bizler dört mezhepten birisine tabi olurken, onlar da bu kişilere tabi olmakta, dolayısıyla sanki bu kişiler onların mezhep imamı olmaktadır.
Tek fark şudur: Bizlerin peşinden gittiği müçtehid allameler, kendilerine hakikaten hikmet verilmiş olan büyük âlimlerdir. Bu zamandaki mezhepsizler ise geceyi gündüzden ayıramayacak kadar kör cahillerdir.
3. Mezhepsizliğe rağbet ettiren ve mezhepleri inkâr eden kişilere göre, bir mezhebe bağlanmak gereksiz olup, herkes kendi hükmünü Kur’an ve hadisten çıkarmalıdır. Bu görüşe göre, herkesin hikmet sahibi olması gerekir. Bu ise ayetin, “Dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiştir.” beyanına terstir. Çünkü herkes dört kaynaktan hüküm çıkarabilse ve Kur’an’dan anladığı ile amel edebilseydi, hikmet herkese verilmiş olurdu. Hâlbuki ayetin ifadesiyle, hikmet sadece Allah’ın dilediklerine ve seçilmişlere verilmiştir.
4. Ayetin sonunda geçen, “Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” ifadesi de manidardır. Yani hikmetin kıymetini ve herkese verilmediğini, sadece Allah’ın murad ettiği müstesna kişilere verildiğini ancak akıl sahipleri anlayabilmektedir.
İşte mezhepsizler hem hikmetin mahiyetini anlayamamak hem de kendilerine hikmetin verildiği müçtehid imamları reddetmekle akılsızlar güruhuna dâhil olmaktadır.
Netice: Madem ayetin ifadesiyle, hikmet büyük bir hayırdır ve sadece Allah’ın murad ettiği kişilere tahsis edilmiştir. O hâlde hikmetten nasibi olmayan veya nasibi az olan biz avamın, hikmetin verildiği âlimlere tabi olması bir zorunluluktur ve ayetin işârî bir emridir.
Üçüncü ayet-i kerime, Nahl suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun. (Nahl 43)
Ayette geçen “ehl-i zikir” ile kimin kastedildiği hakkında âlimler farklı izahlar yapmışlardır. Yapılan her izahı bir mezhebe bağlanmaya delil yapabiliriz. Bizler meseleyi fazla uzatmamak için sadece bir görüşü nakledip, bu görüşün, meselemiz olan bir mezhebe bağlanmaya dair işaretine geçeceğiz. Diğer görüşler için tefsir kitaplarına müracaat edebilirsiniz.
Ayetteki “ehl-i zikir” tabiri ile Kur’an’ı çok iyi anlayan ve Kur’an’ın sırlarına vakıf olan âlimler kastedilmiştir. Zira “zikir” kelimesi Kur’an’ın birçok yerinde, Kuran’ın kendisi için kullanılmıştır.
Mesela Nahl suresi 46. ayette, “İnsanlara açıklaman için biz sana zikri indirdik.” buyrulmuş. Buradaki zikirden kasıt Kur’an-ı Hakîm’dir.
Hicr suresinin 9. ayetinde, “Şüphesiz zikri biz indirdik; elbette onu biz muhafaza edeceğiz.” buyrulmuş. Buradaki zikirden kasıt yine Kur’an’dır.
Hicr suresi 6. ayette, “Dediler ki: Ey kendisine zikir indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun.” buyrulmuş. Burada geçen zikir yine Kur’an-ı Kerim’dir.
Yine Enbiya suresi 50. ayette, Yasin suresi 69. ayette ve Sâd suresi 87. ayette, Kur’an-ı Kerim “zikir” ismiyle tesmiye edilmiştir.
Demek, ayetteki “zikir” kelimesi ile Kur’an’a işaret edilmiştir. O hâlde “ehl-i zikir” de Kur’an’ı kelime kelime, harf harf inceleyen ve değil sadece kelime ve harflerden, harekelerden ve duraklardan bile manalar çıkaran râsih âlimlerdir.
Ayetteki “ehl-i zikri” bu şekilde izah ettikten sonra, şimdi sıra geldi, ayetin bir mezhebe bağlanmanın lüzumuna dair işaretine:
Ayetin açık ifadesiyle, dinî konularda meselelerin izahlarını bilmeyenler, bilmediği konuları “ehl-i zikre” soracak yani Kur’an ehline müracaat edeceklerdir. Bu, ayetin açık bir emridir.
Demek, herkes dilediği gibi hüküm vermeyecek, vehmine göre hükmetmeyecektir.
Eğer bir mezhebe bağlanmak şart olmasaydı ve herkesin kendi anlayışıyla hükmetmesi caiz olsaydı, ayette “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” denilmez; “Bilmiyorsanız zannınıza göre hükmedin, kalbinize danışın.” gibi ifadeler kullanılırdı. Ama böyle denilmemiş ve bilmiyorsak ehl-i zikre sormamız emredilmiş. Demek, bir ehl-i zikrin peşinden gitmek vaciptir ve Kur’an’ın emridir.
O hâlde şimdi şu soruların cevabını verelim:
— Bilmediğimiz meseleleri sormamız emredilen ehl-i zikir yani Kur’an ehli olan âlimler kimlerdir?
— Acaba bilmediklerimizi İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Malik ve Ahmed İbni Hanbel Hazretlerine mi soracağız? Yoksa çat pat Arapçasıyla Kuran’ı anlamaya çalışan zamanımızın sözde âlimlerine mi? Bunlardan hangisi ehl-i zikirdir?
— Acaba Kur’an’ın manalarını Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan dinleyen ve ilimleri ile Peygamberimizin övgüsüne mazhar olan İbni Abbas, İbni Mesud, İbni Ömer gibi sahabeler mi ehl-i zikirdir? Yoksa Efendimizin ruhunu ve ahlakını kaybetmiş bu asrın insanı mı?
— Acaba Kur’an ayetlerinin iniş sebeplerini, Peygamberimizin o ayetler hakkındaki izahlarını ve Peygamberimizin diğer hadislerini, sahabenin âlimlerine sorarak öğrenen ve tâbiînden yetişerek asr-ı saadetin kokusunu teneffüs eden müçtehid âlimler mi ehl-i zikirdir? Yoksa ayetlere kendi fikirlerinin yorumlarını yükleyen ve Kur’an’ı vehimlerine alet eden sözde müçtehidler mi?
— Acaba yüz binlerce hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen müçtehidler mi ehl-i zikirdir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan hatta hadise bile ihtiyaç duymayarak Kur’an’ı cesurca tefsir eden cahiller mi?
Soruları çoğaltmak mümkün. Bütün bu sorulara bizim cevabımız şudur: Ayette bahsi geçen ve bilmediğimiz şeyleri kendilerine sormamız emredilen ehl-i zikir, başta mezhep imamları olarak diğer müçtehid âlimler ve allamelerdir. Bizler dinimizle ilgili her konuyu onların eserlerine müracaat ederek öğrenmeli ve ayetteki emre imtisal ederek meselelerimizi ehl-i zikre sormalıyız.
Dördüncü ayet-i kerime, Nahl suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Sana zikri (Kur’an’ı) indirdik ki onlara indirileni insanlara beyan edesin. Umulur ki onlar da düşünürler. (Nahl 44)
Bu ayet-i celilenin açık ifadesiyle, Kur’an’ı izah etme ve ayetlerinin manasını beyan etme vazifesi bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a verilmiştir. Zira ayet-i kerimede, “Kur’an’ı sana indirdik. Ta ki insanlara onu açıklayasın.” buyrulmuş; “Onlar diledikleri gibi anlasınlar.” buyrulmamıştır.
Demek, ayetleri dilediğimiz gibi değil, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın beyan ettiği gibi anlamak ve öylece amel etmek zorundayız. Zannımızı ve vehmimizi ayetlerin izahına karıştırarak nefsimize göre tefsir yapmak ve Kur’an’ın ayetlerini hevamıza tabi kılmak, ayetin açık beyanıyla yasaktır. Bu bir tercih değil, bir mecburiyettir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ı kendi zannıyla tefsir etmeye çalışanları şöyle tehdit etmiş ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Kim Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.
İmam-ı Gazali Hazretleri bu hadisi şöyle izah eder: Bu hadis ile tehdit edilenler, Kur’an’ı sırf Arapçaya dayanarak, hadislere ve ayetlerin nüzul sebebine bakmaksızın açıklayanlardır. Çünkü ayetlerin nüzul sebepleri ve Peygamberimizin hadisleri bilinmezse bazı ayetleri anlamak mümkün değildir.
İşte bu sırdan dolayı, sahabeler içinde belagat ilminin ve Arap lisanının çok derin âlimleri ve dâhileri olduğu halde, onlar ayetlerin manalarını Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan öğrenirler; kendi ilimlerine güvenerek haddi aşmazlardı.
Yine bu sırdan dolayıdır ki Haşr suresi 7. ayette, “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının.” buyrularak, tamamen Peygamberimiz (a.s.m.)’a tabi olmamız emredilmiş ve işin içine hevamızı ve zannımızı sokmamız menedilmiştir.
O hâlde bir mezhebe bağlanmak, netice itibarıyla mezkûr ayet ve hadislere itaat etmek demektir. Çünkü mezhebe bağlanmak, bir mesele hakkındaki Kur’an’ın hükmünü ve Peygamberimizin beyanını mezhep imamına sorarak öğrenmek demektir.
Mesela İmam-ı Azam Hazretlerinin eserini okuyan kişi, meselenin izahını Kur’an’dan ve sünnetten çıkarmaya muktedir olmadığı için, bu meseleyi, bu işe muktedir olan bir zattan sormakta; İmam-ı Azam da Kur’an ve sünnet ışığında meselenin çözümünü sunmaktadır. Hâlbuki bir mezhebe bağlanmayanlar hadislerin tamamına vakıf olmadıkları için, Kur’an ayetlerini kendi zanlarına göre izah etmekte ve Peygamberimizi aradan çıkarmaktadır. Bu, mezhepsizliğin zaruri bir neticesidir ve ayetin beyanıyla reddedilmiştir.
Şimdi, bu bölümden çıkan neticeleri maddeler halinde özetleyelim:
1. Kur’an’ı izah etme vazifesi Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.)’a verilmiştir.
2. Bizler Kur’an’ı şahsi görüşümüze göre değil, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın izah ettiği gibi anlamak zorundayız. Bu, ayetin açık ifadesidir.
3. Kur’an’ı kendi görüşümüzle tefsir etmek yasaklanmış ve neticesinin cehennem olduğu bildirilmiştir.
4. Peygamberimiz bize ne verdiyse onu almalı ve neyi de nehyetmişse ondan sakınmalıyız. Bu, ayetin açık bir emridir.
Netice: Madem Kur’an’ı beyan yetkisi Peygamberimize verilmiştir ve o da beyan etmiştir. O hâlde bizler Kur’an’ın manalarını, bizzat Peygamberimizden dinleyen sahabelerden ve sahabelerden dinleyen tâbiînden öğrenmek zorundayız. Kendi kısır fehmimizi hakem yaparak ayetlere mana vermek, ayet ve hadislerin beyanıyla yasaktır. Bunu yapan büyük bir tehdide muhataptır.
Beşinci ayet-i kerime, Maide suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Ey iman edenler! İhramlı iken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki (öldürülen avın kıymetine) içinizden iki adaletli kişi hükmeder. (Maide 95)
Bu ayet-i kerimenin beyanıyla, ihramlı olan bir kimsenin avlanması haramdır. Eğer avlanarak bir hayvanı öldürmüşse, öldürdüğü hayvanın misli kadar ceza vardır. Ayetteki mislin manası, öldürülen hayvanın kıymetidir. Yani ihramlı iken bir hayvanı öldüren, öldürdüğü hayvanın kıymetinde bir hayvanı kurban eder ya da öldürdüğü hayvanın kıymeti kadar bir meblağı sadaka olarak verir.
Demek, ihramlı iken, mesela bir tavşanı ya da bir kuşu avlayan kimse, öldürdüğü tavşan veya kuşun kıymeti kadar bir meblağı sadaka olarak vermelidir.
Bu ayeti bir mezhebe bağlanmaya delil olarak göstermemizin sebebi, ayetin devamındaki ifadedir. Ayetin devamında, “Öldürülen hayvanın kıymetini adalet sahibi iki kişinin belirleyeceği” beyan buyrulmuştur. Yani öldürülen hayvanın kıymetini öldüren kişi değil, iki adil hâkim takdir edecektir.
Demek, bir tavşanın kıymetini bile öldüren kişi zannına göre tespit edemiyor; o tavşanın kıymetini adalet sahibi iki kişi belirliyor.
— Acaba bir kuşun veya bir tavşanın kıymetini dahi iki adil hâkime tespit ettiren Allahu Teâlâ, hiç mümkün müdür ki İslam’ın hükümlerini anlama hususunda bizi başıboş bıraksın ve sadece zannımızın hakemliğini kâfi görsün?
Yani Allahu Teâlâ, bir dirhemin dörtte biri kıymetindeki tavşanın değerini iki adil hâkime tespit ettirsin, böyle basit bir meseleyi bile vehmimize ve zannımıza bırakmasın, daha sonra şeriatın helalini ve haramını, ibadetlerin eda şekillerini ve İslam’ın diğer kıymetli meselelerini bizlerin anlayışına bıraksın ve zannımızın hakemliğini kabul etsin! Bu olabilir mi?
Madem bu mümkün değildir, o hâlde bir mezhebe bağlanmak vacip olmalıdır. Zira bir mezhebe bağlanmak, meselelerin izahı hakkında zannı ve vehmi terk ederek, mezhep imamlarını hakem yapmak demektir.
A: Anlattıklarından şunu anladım: Kur’an’da açıkça mezhebe tabi olun diye bir emir yok. Ancak ayetlerin hem külli düsturlarından, hem delaletlerinden, hem de işârî manalarından bir mezhebe tabi olmanın gereği ortaya çıkıyor.
B: Evet, iyi anlamışsın. Ayrıca zannetme ki Kur’an’dan gösterebileceğimiz ayetler sadece bu kadardır. Daha birçok ayetin külli düsturunu, delaletini ve işârî manasını meselemize delil yapabiliriz. Ancak mesele güneş gibi zahir olduğundan dolayı sözü daha fazla uzatmaya gerek görmüyoruz.
Söz buraya kadar gelmişken, Kur’an’ın kapısını kapatmadan önce sana bazı sorular sormak istiyorum. Siz her zaman “Biz Kur’an’a tabi oluyoruz.” diyorsunuz ya, ben de size Kur’an’ın bazı ayetlerini göstermek istiyorum.
A: Sor bakalım! Ne soracağını çok merak ettim. Bil ki ben her sorunun cevabını veririm.
(Münazara bir sonraki başlıkta devam ediyor.)
Yazar: Sinan Yılmaz