a
Ana SayfaYedinci Söz3. Ve o iki tılsım ise Cenab-ı Hakk’a iman ve ahirete imandır…

3. Ve o iki tılsım ise Cenab-ı Hakk’a iman ve ahirete imandır…

Yedinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Ve o iki tılsım ise Cenab-ı Hakk’a iman ve ahirete imandır. Evet, şu kudsi tılsım ile ölüm; insan-ı mümini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana, huzur-u Rahman’a götüren bir musahhar at ve burak suretini alır. Onun içindir ki ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler. (7. Söz)

(İnsan-ı mümin: Mümin insan / Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri / Huzur-u Rahman: Rahman olan Allah’ın huzuru / Musahhar: Emir altına alınmış / Burak: Binek)

Ölümün hakikatini gören kâmil insanların ölümü nasıl sevdiklerine dair birkaç misal vermek metnin tefekkürü hususunda bize yardımcı olacaktır. Şimdi, bazı Allah dostlarının ölüm hakkındaki sözlerini mütalaa edelim:

Bediüzzaman Hazretleri Birinci Dünya Harbi’nde esir düşmüştü. Bir gün çarın dayısı ve Kafkas Cephesi Başkumandanı Nikola Nikolaviç esirleri teftişe gelir ve kampı gezerken Bediüzzaman Hazretlerinin önünden geçer. Üstad Hazretleri ona hiç ehemmiyet vermez ve yerinden bile kımıldamaz. Bu, Başkumandanın nazar-ı dikkatini celbeder. Tekrar bir bahane ile önünden geçer. Yine Üstad Hazretleri kımıldamaz. Üçüncü defada ise Üstadımızın önünde durur ve tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir konuşma geçer:

— Beni tanımadılar mı?

— Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç, çarın dayısı, Kafkas Cephesi Başkumandanı.

— O hâlde niçin hakaret etti?

— Hayır, ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.

— Mukaddesatı neyi emrediyormuş?

— Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan üstündür. Ben ona ayağa kalksaydım mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.

— Şu hâlde bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhâl divan-ı harp kurulunda sorguya çekilsin.

Bu emir üzerine divan-ı harp kuruluyor. Karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya subayları ayrı ayrı Üstad Hazretlerinden rica ederek Başkumandandan özür dilemesi için ısrar ediyorlar. Üstadımızın verdiği cevap ise şu oluyor:

— Ben ahiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullah’a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lazımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem!

Şimdi de Üstadımızın ölüm hakkındaki şu ifadelerini tefekkür ede ede okuyalım:

“Ehl-i iman için ölüm:

– Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.

– Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur.

– Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.

– Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır.

– Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir.

– Hem Hâlık-ı Rahim’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalalet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.” (25. Lem’a)

(Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri / Ahz-ı ücret: Ücret alma / Mukaddeme: Başlangıç / Ehlullah: Allah dostları / Vazife-i hayatın idamesi: Hayat vazifesi olan kulluğun devam etmesi / Hayrat: Hayırlar / Zulümat-ı ebediye: Ebedî karanlıklar)

Yine Üstadımız ölüm hakkında şöyle diyor:

“En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’an ile gördüm ki ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mümin için asıl siması nuranidir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kati bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hakeza, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakiki güzel simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım.” (26. Lem’a)

(Firak: Ayrılık / Hayat-ı ebediyenin mukaddemesi: Ebedî hayatın (ahiret hayatının) başlangıcı / Mebde: Başlangıç / Tebdil-i mekân: Mekân değişikliği / Müştakane: Çok arzulu ve istekli bir şekilde / Mevt: Ölüm)

Hz. Mevlana Mesnevî’sinde şöyle bir hikâye anlatır:

Peygamberimiz (a.s.m.)’ın amcası Hazreti Hamza (r.a.) gençlik çağında savaşa daima zırh giyerek girerdi. Son zamanlarındaysa savaş saflarına zırhsız olarak katılır, göğsü açık ve vücudu çıplak olarak savaşırdı. Onun bu hâlini gören halk dediler ki:

— Ey Peygamber’in amcası, ey saflar yaran aslan, ey erlerin padişahı! Allah’ın kitabında, “Nefislerinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” emrini okumadın mı? Neden kendini savaş esnasında böyle bir tehlikeye atıyorsun? Gençken, iri yapılı ve kuvvetliyken saflara zırhsız katılmazdın. Şimdi ihtiyarladın, zayıfladın; öyle olduğu hâlde hiçbir şeye aldırış etmez oldun. Her şeye boş veriyor, bir kılıç ve bir mızrakla savaşa katılıyor, âdeta kendini sınıyorsun. Kılıç ihtiyara hürmet etmez. Hiç kılıçla okun akl-ı temyizi olur mu?

Bunun üzerine Hazreti Hamza (r.a.) dedi ki:

— Gençken ölümü bu dünyaya veda etmek olarak görürdüm. Kim ölüme isteyerek gider? Kim ejderhanın karşısında soyunur? Fakat şimdi Hazreti Muhammed’in nuru sayesinde bu fâni şehre düşkün değilim ki… Allah beni uykudan uyandırdı. Ölüm kimin nazarında tehlikeyse “Tehlikeye atılmayın.” emri de onadır. Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona “Haydin çabuk olun.” hitabı gelir.

Bilâl-i Habeşî (r.a.) öleceği zaman hanımı: “Vay üzüntüsüne!” dedi. Bilâl-i Habeşî buna cevap olarak dedi ki:

— Hayır! Aksine vay onun sevincine! Yarın dostlarla, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.

Hazreti Ali (r.a.) bir muharebede düşman safları arasında dolaşıyordu. Oğlu Hasan (r.a.) ona, “Bu hâlin savaşanların hâli değildir.” (Yani hiç korkmuyor musun?) dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali şöyle buyurdu:

— Ey oğulcağızım, senin baban ölüme düşmüş veya ölüm onun üzerine düşmüş hiç aldırmaz.

Hazreti Ammar (r.a.) ölüme karşı olan arzusunu Sıffin Muharebesi’nde şöyle ifade eder:

— Yarın dostlara, Muhammed (a.s.m.)’a ve ashabına kavuşacağım!

Hazreti Huzeyfe (r.a.) ölüm esnasında şöyle demiştir:

— Kaybettiğim sevgiliyi buldum!

İmam Mukâtil (r.a.) der ki:

— Kızlarım ve günahlarım olmasaydı elbette ölüme olan hevesimden erirdim.

Bu nakillerden sonra şimdi, mütalaasını yaptığımız metni bir daha mütefekkirâne okuyalım:

“O iki tılsım ise Cenab-ı Hakk’a iman ve ahirete imandır. Evet, şu kudsi tılsım ile ölüm; insan-ı mümini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana, huzur-u Rahman’a götüren bir musahhar at ve burak suretini alır. Onun içindir ki ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin