5. Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim…
Üçüncü Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azim bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. (3. Söz)
Cümlenin manası açık olduğundan izahına girişmiyoruz. Ancak mananın açık olması, bir çırpıda okuyup geçelim manasında değildir. Bu cümle üzerinde uzunca durmalı ve enfüsi tefekkür etmeliyiz. Nefsimizi hatta şeytanımızı karşımıza almalı ve onunla konuşmalıyız. Nefsimize ne kadar âciz ve zayıf olduğunu, ne kadar fakir ve muhtaç olduğunu iyice derk ettirmeliyiz.
Sonra da nefse, “Ey nefsim işte hâlin budur. İbadet, tevekkül, tevhid ve teslim senin için ne büyük bir kâr, bir saadet ve bir nimet olduğunu herhâlde anlamışsındır. Sen bunlar olmadan yaşayamazsın, hayattan lezzet alamazsın. Öyleyse bırak şu gafleti. Gel, takva dairesine gir. Allah’a teslim ol, O’na tevekkül et. Et ki rahat bulasın…” gibi sözlerle konuşmalı ve nefsin ıslahına çalışmalıyız.
Bu tefekkürler bir ameliyat-ı cerrahiye hükmündedir. İnşallah sonunda bizi manevi hastalıklarımızdan kurtarıp insan-ı kâmil makamına ulaştırır.
Meselenin tefekkürünü sizlere havale edip metne devam ediyoruz:
Malumdur ki zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. (3. Söz)
Önümüzde iki tepsinin ve her tepside içi su dolu on bardağın bulunduğunu farz ediyoruz… Bu tepsilerden sol tarafta olan tepsideki bir bardağın içinde zehir olsun. Yani sol taraftaki tepsiden su içersek, onda bir olasılık ile zehirlenme ihtimalimiz var.
— Acaba önümüzdeki bu iki tepsiden hangisinden şu içerdik?
Elbette sağdaki tepsiden… Zira diğer tepside onda bir ihtimal de olsa zarar ihtimali vardır. Sağdaki tepside ise böyle bir ihtimal yoktur. Demek zararsız yol, zararlı yola -velev ki on ihtimalden bir ihtimalle de olsa- tercih edilir.
Eğer zararsız yol tercih edilmeyip zararlı yola girilse ve soldaki tepsiden su içilse, ölüm ihtimali olan onda birlik ihtimal kişinin bütün lezzetini kaçırır.
Hâlbuki günah ve sefahet yolundaki zarar ihtimali onda bir değil, onda dokuzdur. Böyle onda dokuzluk zarar ihtimali olan bir yolu tercih eden, o yoldan nasıl lezzet alabilir?
Bu hakikati Üstadımız şöyle izah ediyor:
Hâlbuki meselemiz olan ubudiyet yolu zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise -hatta fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsiz olduğu hâlde, ondan dokuz ihtimal ile şakavet-i ebediye helâketi bulunduğu… (3. Söz)
(Saadet-i ebediye: Ebedî saadet / Fısk: Günah / Sefahet: Haramlara dalma / Şakavet-i ebediye: Ebedî azap içinde olmak)
Burada şöyle bir soru aklımıza gelebilir:
— İman ve ubudiyet yolundaki menfaat onda dokuz değil, onda ondur. Fısk ve sefahet yolundaki zarar da böyledir; onda dokuz değil, onda ondur. Acaba Üstadımızın burada “onda on” demeyip “onda dokuz” demesindeki hikmet nedir?
Elcevab: Bu hikmetler şunlar olabilir:
1. Her ne kadar iman ve itaat yolundaki fayda onda on da olsa, onda bir ihtimal ile bazen kişi ömrünün ahirinde bu yolu terk edebilir ve küfrü seçebilir. Ya da bunun tam tersi olarak, bir ömür boyu Kur’an düşmanlığı yapan bir kişi ömrünün sonunda İslam’ı seçerek Müslüman olabilir. Demek bir yola girmek, illaki bu yolu tamamlamak manasına gelmiyor. Kişi mümin iken kâfir ya da kâfir iken mümin olabiliyor. Bu da onda birlik bir ihtimali oluşturuyor.
Buna göre, bu sözün manası şudur: İman ve ubudiyet yolundaki saadet-i ebediye ihtimali onda dokuzdur. Zira onda birlik grup bu yoldan giderken yollarını değiştirerek fısk ve sefahet yoluna girebilir. Yine küfür ve sefahetteki zarar da onda dokuzdur. Zira fâsık ve kâfirlerin de onda biri kendi yollarının zararını fark ederek iman yolunu seçebilir.
2. “Onda dokuz” denilmesinin hikmeti manası şu da olabilir: İman her ne kadar kuvvetli delillerle ispat edilse de hakikatinde gayba iman olarak tecelli etmektedir. Zira bizler iman hakikatlerini ve ebedî saadeti görerek değil, Kur’an’ın ve Peygamberimiz (a.s.m.)’ın haber vermesiyle kabul ettik. Bu sebeple “onda on” denilmemiş, “onda dokuz” denilmiş olabilir.
Bu şıkka göre, “onda dokuz” denilmesinin sebebi, imtihan sırrından dolayı iman hakikatlerinin göz ile görülmemesi ve imtihanın gayba iman şeklinde tecelli etmesidir.
3. Bu ifadede bizlere bir ders vardır. Bu ifade ile “havf ve reca” denilen “ümit ve korku” arasında olmamız ders verilmektedir. Sanki bu ifade ile bizlere şöyle denilmektedir:
— İman hakikatlerini okuduğunuz, çok ibadet ettiğiniz, çok hizmet ettiğiniz için gururlanmayın ve her zaman imtihanı kaybetme ihtimali olan onda birlik kısmı düşünerek o kısma dâhil olmaktan Allah’a sığının.
Bu sırdandır ki cennet ile müjdelenen on sahabe bile kendilerinden emin olmamışlar ve iman ile kabre girmek için her vakit Cenab-ı Mevla’ya dua etmişler.
Üstadımız mezkûr cümleyi şöyle kuvvetlendiriyor:
…icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır. (3. Söz)
(İhbarat: Haber vermeler)
Burada zikredilen ehl-i ihtisas, ehl-i müşahede, ehl-i zevk ve ehl-i keşif; peygamberler, âlimler, asfiyalar ve evliyalardır. Peygamberler iman hakikatlerini bizzat görmüş ve haber vermişler. Âlimler ve asfiyalar da peygamberlerin verdikleri bu haberleri kuvvetli delillerle ispat etmişler. Evliyalar ise iman hakikatlerini görerek hakkalyakin keşfetmişler.
Bu ifadenin burada zikredilmesindeki maksat şudur: Üstadımız, hakikati kuvvetlendirmek ve meselenin hakkaniyetine dair bir delil beyan etmek istemiştir. Üstadımızın tarz-ı beyanı hep şöyledir: Soru akla gelmeden cevabını verir ve böylelikle şüpheye fırsat bırakmaz. Şöyle ki:
Mesela Üstadımız, imanda ve ubudiyette menfaatin, fısk ve sefahette ise zararın olduğunu beyan ettiğinde akla şöyle bir soru gelebilir: Böyle olduğuna delil ne?
İşte Üstadımız, akla gelebilecek bu soruyu daha akla gelmeden cevaplamıştır: Buna delil, bu konudaki bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin şehadeti ve ehl-i zevk ve keşfin ihbarıdır. Yani Üstadımız mezkûr hakikate bütün peygamberleri, âlimleri, asfiyayı ve evliyayı şahit yapmıştır.
Bu mesele Yedinci Şua’da şöyle zikredilmiş:
“Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar. Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggül eden ve gittikçe maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.” (Yedinci Şua)
(Medar-ı münakaşa: Münakaşa sebebi / Hüccet: Delil / İcma-ı ulema: Âlimler topluluğu / Tevaggül eden: Uğraşan / Tebaud eden: Uzaklaşan / Gabileşen: Ahmaklaşan / Münkirâne: İnkâr edercesine)
Üstad Hazretleri Üçüncü Lem’a’yı şu sözlerle tamamlıyor:
Elhasıl: Ahiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise biz daima اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفيقِ demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz. (3. Söz)
(Mana: Bize itaat ve muvaffakiyet nasip ettiği için Allah’a hamdolsun.)
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor, tefekkürünü sizlere havale ediyoruz. Sadece şu kadar deriz:
Ya Rabbi! İbadet hususunda bizlere inayet et ve bizleri kendine asker eyle. Müslüman olmayı en büyük nimet bilmeyi ve bu nimete her daim şükretmeyi nasip eyle. Âmin.
Yazar: Sinan Yılmaz