2. Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti…
Birinci Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki… (1. Lem’a)
(Münacat: Dua / Sırr-ı azîm: Büyük sır)
Bu sırr-ı azîmi çok iyi anlamalıyız. Zira duanın kabulündeki sır, bu sırr-ı azîmde yatmaktadır. Eğer bizler de dualarımızın kabulünü istiyorsak bu sırra bürünerek dua etmeli ve bu sırr-ı azîmi dualarımızın kabulüne vesile yapmalıyız. Kim bilir, belki de dualarımıza icabet edilmemesinin bir sebebi de dualarımızda bu sırrın olmamasıdır.
Üstadımız bu sırrın izahına şöyle başlıyor:
O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti. (1. Lem’a)
(Esbab: Sebepler / bi’l-külliye: Tamamıyla, bütünüyle)
İnsan bazen bir sıkıntıya düşer; dostu imdadına koşup onu sıkıntıdan kurtarır. Bazen zor durumda kalır; kardeşi ona yardım eder. Bazen yardıma muhtaç olur; bir tanıdığı ona elini uzatır. Bazen bir dağdan düşer; tam ortada bir ağaca tutunur. Bazen denizde boğulacak olur; biri ona bir can simidi atar…
Bunlar gibi, insan birçok defa zorda kalır da bir sebebe yapışır; sebep -izn-i İlahî ile- onun necatına bir vasıta olur. Hâlbuki Hazreti Yunus (a.s.) için bütün sebepler bi’l-külliye sukut etmişti. Allah’tan başka,
— Onun sesini kim duyabilirdi?
— Hâlini kim görebilirdi?
— Ona kim yardım edebilir ve balığın karnından kim kurtarabilirdi?
İşte Hazreti Yunus (a.s.) böyle bir vaziyetteydi. Ona necat verebilecek bütün sebepler bi’l-külliye sukut etmişti. Bütün dünya onun olsaydı faydası olmazdı. Herkes hizmetkârı olup hayvanat ve nebatat ona musahhar olsaydı, yine de onu o hâlden kurtaramazdı.
Bunun sebebini Üstadımız şöyle izah ediyor:
Çünkü o hâlde ona necat verecek öyle bir zat lazım ki hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat onu sahil-i selamete çıkarabilir. (1. Lem’a)
(Necat: Kurtuluş / Cevv-i sema: Gökyüzü / Hût: Büyük balık / Musahhar eden: Boyun eğdiren / Sahil-i selamet: Kurtuluş sahili)
— Hazreti Yunus (a.s.)’a kim necat verebilir?
— Sözü sadece balığa geçen necat verebilir mi?
Hayır, veremez. Zira sözü balığa geçip, balığa “Bırak onu.” dese, balık da Hazreti Yunus (a.s.)’ı bıraksa, bu sefer deniz onu yutacak. Zira deniz dalgalı ve dağdağalı…
— Peki, sözü sadece balığa ve denize geçen necat verebilir mi?
Hayır, o da veremez. Zira hadi diyelim ki balık onu bıraktı, deniz de çarşaf gibi dümdüz oldu. İyi de gece zifiri karanlık.
— Bu karanlıkta Hazreti Yunus (a.s.)’ı hangi göz görecek?
— Sesini kim duyacak?
— Sesini duysa dahi ona hangi el uzanacak?
— Böyle zifiri karanlıkta kim kime yardım edebilir?
Demek, Hazreti Yunus (a.s.)’a öyle bir zat necat verebilir ki sözü hem balığa hem denize hem de cevv-i semaya geçmeli.
Balığa, “Bırak onu.” dediğinde balık onu bırakmalı. Denize, “Sakin ol, dalgalanma.” dediğinde deniz sakin olmalı. Bulutlara, “Haydi seyahat edin, ayın ve yıldızların ışığına perde olmayın.” dediğinde bulutlar hareket etmeli, cevv-i sema bulutlardan temizlenmeli ve gece gündüze dönmeli.
Sözü hem denize hem balığa hem de geceye geçmeyen ve üçünü birden emrine musahhar edemeyen, Hazreti Yunus (a.s.)’a yardım edemez, ona necat veremez ve onu sahil-i selamete çıkaramaz.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı. Demek, esbabın tesiri yok. (1. Lem’a)
(Esbab: Sebepler)
Esbabın tesiri zaten yoktur. Hakikatte esbabı gönderen Allahu Teâlâ’dır ve esbab, rahmet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir perdesidir. Ancak insan bunu ilme’l-yakîn bilir; ayne’l-yakîn bilmez. Hatta iman dersini alanlar bile -çoğu defa- yardımı sebepten bilir. Sebebin üzerinde rahmetin elini her daim görebilenler çok azdır.
Hazreti Yunus (a.s.)’ın durumunda ise esbabın tesirinin olmadığı ilme’l-yakîn değil, ayne’l-yakîn ortaya çıkmıştır. Hazreti Yunus (a.s.) esbabın sukutunu ayne’l-yakîn görmüş ve böyle bir vaziyette dua etmiştir.
Bu duanın neticesini Üstadımız şöyle beyan ediyor:
Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce olmadığını ayne’l-yakîn gördüğünden sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir. (1. Lem’a)
(Müsebbibü’l-esbab: Sebeplerin yaratıcısı olan Allah / Melce: Sığınacak yer / Ayne’l-yakîn: Gözle görmüş gibi / Hût: Büyük balık)
Hazreti Yunus (a.s.)’ın duasına icabetin sırrı şudur:
Hazreti Yunus (a.s.) sebeplerin bir tesirinin olmadığını ve müsebbibü’l-esbab olan Allah’tan başka bir melce olmadığını ayne’l-yakîn görmüş. Bu görmekle de esbabı bütün bütün terk etmiş ve yüzünü Allah’a dönmüş. Bununla da sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etmiş. Yani sırr-ı ehadiyet olan, Allah’ın bir ve tek olduğu, bütün tesirin ancak Allah’a ait olduğu; bütün fiillerin faili, bütün necatların nacisi, bütün yardımların muini ve bütün imdatların mugisi Allah olduğu, tevhid nuru içinde inkişaf etmiş. Hazreti Yunus (a.s.) da bu nur-u tevhid içindeki inkişafla yüzünü bütün bütün esbabtan çevirip müsebbibü’l-esbab olan Allah’a yönelmiş. Bu yönelmekle öyle bir ihlas, samimiyet ve tevekkül ortaya çıkmış ki münacatı birdenbire geceyi, denizi ve hûtu ona musahhar etmiş.
Burada bizler için bir sır var. Eğer bizler de duamıza icabet edilmesini istiyorsak Hazreti Yunus (a.s.) gibi esbabı terk etmeli ve doğrudan doğruya Allah’tan istemeliyiz. Bilmeliyiz ki: Esbabı yaratan da O’dur, imdadımıza gönderen de O’dur, bize yardım eden de O’dur; O’ndan başka melce ve halaskâr yoktur!
Bu mana Kur’an’da birçok ayette zikredilmektedir. Mesela Yunus suresi 107. ayette şöyle buyrulur:
وَإِنْ يَمْسَسْكَ اللَّهُ بِضُرٍّ Allah sana bir zarar dokunduracak olsa فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ O’ndan başka bunu senden kaldırıp giderecek yoktur. وَإِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ Ve eğer senin için bir hayır murad ederse فَلاَ رَادَّ لِفَضْلِهِ O’nun fazlını (ikram ve in’amını) geri çevirecek de yoktur. يُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ O, kullarından dilediğine bunu (hayrı) isabet ettirir. (Yunus 107)
Yine Zümer suresi 38. ayette şöyle buyrulur:
وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan لَيَقُولُنَّ اللَّهُ elbette “Allah” diyecekler. قُلْ أَفَرَأَيْتُم مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ De ki: Allah’tan başka taptıklarınızdan bana haber verin, إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O’nun zararını kaldırabilirler mi? أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ Veya (Rabbim) bana bir rahmet vermeyi murad etse, O’nun rahmetini tutup önleyebilirler mi? قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ De ki: Allah Bana yeter. عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ Tevekkül edenler ancak O’na dayanıp güvenirler. (Zümer 38)
Bu makamda bir de hadis-i şerif nakledelim:
İbni Abbas Hazretleri şöyle diyor: Ben bir gün Resulullah (a.s.m.)’ın arkasında idim. Bana şöyle dedi:
يا غلامُ إنِّي أعلِّمُكَ كلماتٍ Ey evlatçığım! Sana bazı kelimeler öğreteceğim. اِحْفَظِ اللَّهَ يَحْفَظْكَ Sen Allah’ı muhafaza et ki Allah da seni muhafaza etsin. اِحْفَظِ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ Allah’ı muhafaza et ki O’nu sana yönelmiş bulasın. إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلِ اللَّهَ İstediğin zaman yalnız Allah’tan iste. وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ Yardım dileyeceğin zaman da yalnız Allah’tan yardım dile. وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوِ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْئٍ Bil ki! Eğer bütün ümmet sana fayda vermek için toplansa لَمْ يَنْفَعُوكَ إلَّا بِشَيْئٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ Allah’ın senin için yazdığından başka sana fayda veremez. وَإِنِ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْئٍ Ve eğer bütün ümmet sana zarar vermek için toplansa لَمْ يَضُرُّوكَ إلَّا بِشَيْئٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ عَلَيْكَ Allah’ın senin için yazdığından başka sana zarar veremez. رُفِعَتِ الَأَقْلاَمُ وَجَفَّتِ الصُّحُفُ Kalemler kaldırıldı ve sayfalar kurudu. (es-Sahîhu’l-Müsned, 699)
Bu manada çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Cenab-ı Mevla bizleri tevhidin bu hakikatine ulaştırsın. Sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etsin. Bu inkişafla bilelim ki Allah’tan başka melce ve halaskâr yoktur. Hayır ve şer ancak O’nun elindedir.
Hazreti Yunus (a.s.)’ın duasının neticesini Üstadımız şöyle beyan ediyor:
O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tahte’l-bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde denizi -o nur-u tevhid ile- emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak, o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Ta sahil-i selamete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u rabbanîyi müşahede etti. (1. Lem’a)
(Hût: Balık / Tahte’l-bahr: Denizaltı / Dağvari: Dağ gibi / Emvac: Dalgalar / Meydan-ı cevelan ve tenezzühgâh: Dolaşma alanı ve gezinti yeri / Şecere-i yaktîn: Kabak ağacı)
Evet, balık emr-i Rabbâni ile Hazreti Yunus (a.s.)’a bir denizaltı oldu. Deniz emniyetli bir sahra ve bir gezinti yeri olup, sema bulutlardan temizlendi. Ay, başı üzerinde bir lamba; yıldızlar mumları oldu. Her taraftan onu sıkan; balık, deniz ve gece, ona tebessüm etti ve dostluk yüzünü gösterdi. Nihayet Allahu Teâlâ onu sahil-i selamete çıkardı. Hazreti Yunus (a.s.) bir kabak ağacının altında gölgelendi ve başından geçen bu hadiseyi düşünerek lütf-u Rabbanîyi tefekkür etti.
Bu makamda, “nur-u tevhid” kavramı üzerinde biraz daha duralım:
Tevhid: Birlemek yani Allahu Teâlâ’nın bir olduğuna inanmak demektir.
“Nur-u tevhid” ise Allah’ın birliğine inanma neticesinde kişinin gönlünde hasıl olan nurdur. Tevhidi güneşe benzetsek, tevhidin nurunu güneşin ışığına benzetebiliriz. Nasıl ki güneş, ışığıyla eşyayı aydınlatıyor; aynen bunun gibi, tevhid nuru da hem eşyayı aydınlatıyor hem de eşyayı bu nura sahip olanlara musahhar ediyor.
Hazreti Yunus (a.s.) esbabın bi’l-külliye sukut ettiğini ayne’l-yakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet olan Allah’ın birliği, Hazreti Yunus (a.s.)’ın nur-u tevhidi içinde inkişaf etti. Yani Hazreti Yunus (a.s.) tevhidin mertebelerinde binler derece katetti. Esbabın kıymetsizliğini ayne’l-yakîn görmesi, onu tevhidin mertebelerinde yükseltti. Bu yükselmenin bir neticesi olarak da yüzünü esbabtan tamamen çevirip müsebbibü’l-esbab olan Allah’a yöneldi.
Demek, Allah’a hakkıyla yönelmek, kişinin imanıyla ve tevhidiyle alakadar bir şeydir. Kişi tevhidin mertebelerinde ne kadar yükselmişse, sırr-ı ehadiyet ona ne kadar açılmışsa, nur-u tevhid onda ne kadar tecelli etmişse, esbabı o oranda terk edip yüzünü Allah’a dönebilir.
Allahu Teâlâ bizim de tevhidden nasibimizi ziyadeleştirsin. Bizleri tevhidin ve tevekkülün hakikatine ulaştırsın. Âmin.
Mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:
Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti. Çünkü o hâlde ona necat verecek öyle bir zat lazım ki hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat onu sahil-i selamete çıkarabilir.
Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı. Demek, esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce olmadığını ayne’l-yakîn gördüğünden sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.
O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tahte’l-bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde denizi -o nur-u tevhid ile- emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak, o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Ta sahil-i selamete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u rabbanîyi müşahede etti. (1. Lem’a)
Yazar: Sinan Yılmaz