1. Sekizinci Söz’ün temsilî hikâyeciği
Rabbimizin ihsanı ve inayetiyle Sekizinci Söz’ün mütalaasına başlıyoruz. Cenab-ı Hak mütalaasını yapacağımız hakikatleri kalbimize işletsin ve amele dökme hususunda bizlere inayet etsin.
Mütalaa usulümüzü şöyle hatırlatalım: Sekizinci Söz’ü baştan başlayarak okuyacak, manası açık olan cümlelerin tefekkürünü sizlere havale edecek ve manası kapalı cümlelerin izahını yapacağız.
SEKİZİNCİ SÖZ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيمِ
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ۞ اِنَّ الدّينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ
Ayetin manası: “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy ve kayyumdur.” (Bakara 255)
Ayetin manası: “Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” (Âl-i İmran 19)
Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması ve dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle… (8. Söz)
(Ruh-u insanî: İnsan ruhu / Tılsım: Gizli sır, gizem / Ruh-u beşerî: İnsan ruhu / Zulümat: Karanlıklar)
Hakikati iyi anlamak temsili iyi anlamaktan geçiyor. Bu sebeple temsili çok iyi kavramalıyız. Önceki Sözlerde temsilleri kavrayabilmek için tablolar hazırlamıştık. Bu Sözde farklı bir yol izledik ve temsil için bir slayt hazırladık. Slaytın indirme linkini sayfanın sonuna koyduk. Sayfanın sonundaki linkten slaytı indirebilirsiniz.
Şimdi temsilî hikâyeciğin tamamını acele etmeden, düşüne düşüne okuyalım. Daha sonra da üzerinde mütalaa yapalım. (Osmanlıca kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve kelimeleri altına yazarak ilerledik. Kelimelerin manasını sayfanın altına yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
Eski zamanda iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddi bir adamı gördüler. Ondan sordular:
— Hangi yol iyidir?
O dahi onlara dedi ki:
— Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.
(Tebaiyet: Tabi olma / Şekavet: Zarar, ziyan / İntihab: Seçme / İhtiyar: İrade)
Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlaksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp gitgide ta hâlî bir sahraya girdi. Birden müthiş bir seda işitti. Baktı ki dehşetli bir aslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki aslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki dehşetli bir ejderha, içindedir; başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrub etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki bir incir ağacıdır. Fakat harika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var.
(Hâlî: Boş / Göğermek: Yeşillenmek / Takarrub: Yaklaşma / Muzır: Zararlı)
İşte şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfi olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi.
Şimdi, bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elim vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri hâlde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp kendi kendini aldatarak bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Hâlbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.
(Sû-i fehm: Kötü anlayış / Tecahül: Bilmezlikten gelme, bilmiyor görünme / Muzır: Zararlı)
Bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدى بى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim.”
İşte bu bedbaht adam, sû-i zanla ve akılsızlığıyla, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun ne de yaşıyor, böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu bu azapta bırakıp döneceğiz, ta öteki kardeşin hâlini anlayacağız.
(Bedbaht: Talihsiz / Ayn-ı hakikat: Hakikatin ta kendisi / Telakki etmek: Öyle kabul etmek / Meş’um: Uğursuz, meymenetsiz)
Hikâyeye devam etmeden önce buraya kadar olan kısmı -slayt üzerinden de çalışarak- iyice kavrayalım. Çünkü hikâyenin devamında diğer kardeşe bu hakikatler zıtlarıyla gözükecek. Temsilin buraya kadar olan kısmını iyi kavrarsak devamını anlamak çok daha kolay olacaktır.
İşte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlaklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder. Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.
(Hülya: Hayal / Ünsiyet: Dostluk / Tebaiyet: Tabi olma, uyma / Teshilat: Kolaylıklar)
İşte bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise “Her şeyin iyisine bak.” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.
Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi. Birden hücum eden bir aslanın sesini işitti. Korktu fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu aslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var.” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallak kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı aslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlakı ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.
(Sahra-i azîme: Büyük ova / Hüsn-ü zan: Güzel zanda bulunma / Taht-ı emrinde: Emri altında / Muallak: Asılı / Tedehhüş: Korkma, dehşete düşme)
İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: “Bu acib işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim; o gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neşet eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevk eden kimdir?
Sonra tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neşet etti ve şu muhabbetten tılsımı açmak arzusu neşet etti ve o arzudan tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neşet etti.
(Tılsım: Gizli sır, gizem / Neşet: Meydana gelme / Tecrübe: İmtihan)
Sonra ağacın başına baktı, gördü ki incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kati anladı ki bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin numunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.
(Mahfi: Gizli / İhzar: Hazırlama / Et’ime: Yiyecekler / Tezyin: Süsleme)
Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:
— Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.
Ve bu niyazdan sonra birden kuyunun duvarı yarılıp şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılâp etti ve aslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hatta o aslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.
(Baht: Allah tarafından ezelde belirlenen kısmet ve nasip / Dehalet: Sığınma / Nezih: Temiz / Musahhar: Boyun eğdirilmiş)
İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim. Ta iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar ise meyvedar ve revnaktar bir bahçeye davet edilir.
(Muntazır: Bekleyen, gözleyen / Revnaktar: Göz alıcı güzellikte)
Hem o bedbaht elim bir dehşette ve azim bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir marifet içinde garib şeyleri seyir ve temaşa ediyor.
(Havf: Korku / Mahbub: Sevilen / Marifet: Bilme ve tanıma)
Hem o bedbaht, vahşet ve meyusiyet ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.
(Meyusiyet: Ümitsizlik / Ünsiyet: Dostluk / İştiyak: Şiddetli istek / Telezzüz: Lezzet alma)
Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise bir aziz misafirdir ki misafiri olduğu Mihmandar-ı Kerîm’in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor.
(Mihmandar-ı Kerîm: İkramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi / Ünsiyet: Dostluk)
Hem o bedbaht zahiren leziz, manen zehirli yemişleri yemekle azabını tacil ediyor. Zira o meyveler numunelerdir, tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.
(Tacil: Çabuklaştırma / Tehir: Erteleme / İntizar: Bekleme / Telezzüz: Lezzet alma)
Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstahaktır ve ne de kimseden şekvaya hakkı vardır.
(Basiretsizlik: Gerçeği görememe, gaflet / Muzlim: Karanlık / Zulümat: Karanlıklar / Evham: Kuruntular / Şekva: Şikâyet)
Mesela bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate layık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir. Ve şu bahtiyar ise hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle hakikat sahibinin kemaline hürmet eder, rahmetine müstahak olur. İşte “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil.” olan hükm-ü Kur’anînin sırrı zahir oluyor.
(Müskir: Haram içki / Tahayyül: Zannetme / Hüsün: Güzellik / Derk etmek: Kavramak / Hükm-ü Kur’anî: Kur’an’ın hükmü)
Daha bunlar gibi sair farkları muvazene etsen anlayacaksın ki evvelkisinin nefs-i emmaresi ona bir manevi cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş.
(Muvazene: Karşılaştırma / İhzar: Hazırlama / Hüsn-ü niyet: İyi niyet / Hüsn-ü haslet: Güzel huy / Hüsn-ü fikr: Güzel düşünce)
Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’an’ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.
Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettin ise hakikat-i dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim, incelerini sen kendin istihraç et.
(Muti: İtaat eden / Fehmetmek: Anlamak)
Uzunca bir hikâye okuduk. Böyle uzun metinleri bir defa okumakla ihata edemeyiz. İhata için üzerinde ciddi çalışmak gerekir. Bizler hikâyeyi daha iyi anlamanız ve hakikat karşılıklarını daha iyi kavramanız için bir slayt hazırladık. Slayt üzerinde çalışarak hikâyeyi iyice kavrayın; mütalaaya ondan sonra devam edin.
Üstadımız şimdi temsilin hakikatini izah edecek. Mana açık olduğundan -işimiz de malumu ilam etmek olmadığından- şerhine girişmeyeceğiz. Ancak sizler her cümle üzerinde en az beş dakika tefekkür etmeli ve hakikatleri kalbe işletmeye çalışmalısınız.
Ben sadece birinci cümlenin mütalaasını -sizlere bir misal olması için- nefsimi muhatap alarak yapacağım. Sizler buna kıyas eder, diğer cümleleri mütalaa edersiniz.
“İşte bak! O iki kardeş ise biri ruh-u mümin ve kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır.” (Sekizinci Söz)
Söyle bakalım ey nefsim, sen hangi kardeşsin? Ben sende ne müminin ruhunu ne de salihin kalbini görüyorum. Sen de gördüğüm, ruh-u kâfir ve kalb-i fasıktır.
— Niçin mi böyle dedim?
Çünkü senin hâlin o kardeşe benziyor. Sırf serbestlik için sol yola gitmek istiyorsun. Manevi yükleri taşımak istemiyor, zevkinden ve keyfinden başka hiçbir şey düşünmüyorsun.
Ecel celladı peşinde ve kabir ağzını açmış seni bekliyor iken, sen hâlâ lezzetli taamlar ve hoş keyifler peşinde koşuyorsun. Yahu ejderhanın ağzına düşecek ve düştüğünde helak olacaksın, ama hâlâ işin ciddiyetinin farkında değilsin.
— Ey nefsim! Şimdi insafla söyle, sen o kardeş değil misin?
Hadi bugüne kadar farkına varmadın, hakikati bu kadar çıplak görmedin, kendini gaflete attın. Peki, bundan sonra ne olacak? Artık ruhun ruh-u mümin ve kalbin kalb-i salih olacak mı? Yoksa başını gaflet kumuna sokup ejderhanın seni yutmasını mı bekleyeceksin?..
Daha dersim uzundur. Sizi sıkmamak için bu kadarla iktifa ediyorum.
Kardeşlerim, hep aynı şeyi söylüyorum ve söylemeye de devam edeceğim: Eğer Risale-i Nur kazanında pişmek ve insan-ı kâmil olmak istiyorsak, bunun yolu hakikatleri tefekkürden geçer; başka bir yolu da yoktur. Ya bu yoldan yürüyecek ve nasibimiz kadar pişeceğiz ya da sadece okuyarak geçecek ve hakiki kemali uzaktan uzağa seyredeceğiz…
Gelecek cümlelerin mütalaasını ve tefekkürünü sizlere havale ediyorum. Cümleleri yavaş yavaş ve üzerinde düşüne düşüne okuyun:
Ve o iki tarikten sağ ise tarîk-i Kur’an ve imandır, sol ise tarîk-ı isyan ve küfrandır.
(Tarik: Yol / Tarîk-i Kur’an: Kur’an yolu)
Ve o yoldaki bahçe ise cemiyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalp ile gider.
(Cemiyet-i beşeriye: İnsan topluluğu, toplum / Medeniyet-i insaniye: İnsanlık medeniyeti ve uygarlığı / Muvakkat: Geçici / Hayat-ı içtimaiye: Toplum hayatı / Âkıl: Akıllı)
(İbarenin manası: Sefayı al, kederi bırak.)
Ve o sahra ise şu arz ve dünyadır.
Ve o aslan ise ölüm ve eceldir.
Ve o kuyu ise beden-i insan ve zaman-ı hayattır.
(Beden-i insan: İnsan bedeni / Zaman-ı hayat: Ömür süresi)
Ve o altmış arşın derinlik ise ömr-ü vasati ve ömr-ü galibi olan altmış seneye işarettir.
(Ömr-ü vasatî: Ortalama ömür süresi / Ömr-ü galibî: Çoğunlukla yaşanılan ömür süresi)
Ve o ağaç ise müddet-i ömür ve madde-i hayattır.
(Müddet-i ömür: Ömür süresi / Madde-i hayat: Hayat maddesi)
Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise gece ve gündüzdür.
Ve o ejderha ise ağzı kabir olan tarîk-ı berzahiye ve revak-ı uhrevîdir. Fakat o ağız, mümin için zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.
(Tarîk-ı berzahiye: Kabir yolu / Revak-ı uhrevî: Ahirete açılan yer)
Ve o haşerat-ı muzırra ise musibat-ı dünyeviyedir. Fakat mümin için gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazat-ı İlahiye ve iltifatat-ı Rahmaniye hükmündedir.
(Haşerat-ı muzırra: Zararlı böcekler / Musibat-ı dünyeviye: Dünyevi musibetler / İkazat-ı İlahiye: Allah’ın uyarıları / İltifatat-ı Rahmaniye: Rahman olan Allah’ın, kullarına lütuf ve iyiliklerde bulunması)
Ve o ağaçtaki yemişler ise dünyevi nimetlerdir ki Cenab-ı Kerîm-i Mutlak, onları ahiret nimetlerine bir liste hem ihtar edici hem müşabihleri hem cennet meyvelerine müşterileri davet eden numuneler suretinde yapmış.
(Cenab-ı Kerîm-i Mutlak: Sınırsız ikram ve cömertlik sahibi yüce Allah / Müşabih: Benzer)
Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise kudret-i Samedaniyenin sikkesine ve rububiyet-i İlahiyenin hâtemine ve saltanat-ı uluhiyetin turrasına işarettir.
(Kudret-i Samedaniye: Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’ın sonsuz kudreti / Sikke: Damga / Rububiyet-i İlahiye: Allah’ın terbiye ve idare ediciliği / Hâtem: Mühür / Saltanat-ı uluhiyet: Hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın bütün âlemdeki saltanatı / Turra: Padişah damgası)
Çünkü “Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yani bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanatı halk etmek, hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber “Her şeyi bir tek şey yapmak” yani zihayatın yediği gayet muhtelifü’l-cins taamlardan o zihayata bir lahm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi sanatlar; Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı ezel ve ebed’in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kâdir-i külli şey’e mahsus bir nişandır, bir ayettir.
(Cihazat-ı hayvaniye: Canlılarda bulunan organlar / Zihayat: Hayat sahibi / Muhtelifü’l-cins: Farklı türde / Taam: Yiyecek / Lahm-ı mahsus: O varlığa mahsus et / Cild-i basit: Basit cilt, deri / Zat-ı Ehad-i Samed: Her şey kendisine muhtaç olduğu hâlde hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan zat (Allah) / Sultan-ı ezel ve ebed: Başlangıcı ve sonu olmayan sultan (Allah) / Sikke-i hâssa: Özel mühür / Hâtem-i mahsus: Özel damga / Kâdir-i külli şey: Her şeye gücü yeten Allah)
Ve o tılsım ise sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir.
(Tılsım: Gizli sır / Sırr-ı hikmet-i hilkat: Yaratılış gayesinin sırrı)
Ve o miftah ise يَا اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ dur.
(Miftah: Anahtar / Mana: Ya Allah. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, hayy ve kayyumdur.)
Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâp etmesi ise işarettir ki: Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde, zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu hâlde, ehl-i Kur’an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan bir kapıdır.
(Ehl-i dalalet ve tuğyan: Doğru yoldan sapmış olanlar ve azgınlıkta ileri gidenler / Nisyan: Unutulma / Batn: Karın / Bostan-ı beka: Baki bahçe (cennet) / Ravza-i cinan: Cennet bahçeleri)
Ve o vahşi aslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar bir at olması ise işarettir ki mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elim bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu hâlde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.
(Munis: Dost / Musahhar: Boyun eğdirilmiş / Mevt: Ölüm / Ehl-i dalalet: Haktan sapanlar / Mahbubat: Sevgililer / Firak-ı ebedî: Ebedî ayrılık / Cennet-i kâzibe-i dünyevi: Yalancı dünya cenneti / İhraç: Çıkartılma / İdhal: Sokulma / Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri / Ahz-ı ücret: Ücret alma / Vazife-i hayat: Hayat vazifesi)
Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddi müteveccih ise saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da dünyasını, cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (8. Söz)
(Hayat-ı fâniye: Geçici ve ölümlü dünya hayatı / Hayat-ı bâkiye: Devamlı ve kalıcı ahiret hayatı / Müteveccih: Yönelmiş / Saadet-i dâreyn: Dünya ve ahiret mutluluğu / İntizar: Bekleme)
Uzunca bir hikâye ve hikâyedeki hakikatlerin karşılıklarını okuduk. Böyle uzun metinleri bir defa okumakla tam anlamak mümkün olmaz. Tam anlamak için üzerinde biraz çalışmak gerekir.